Cumartesi, Şubat 27, 2010

anımsamalar: prematüre

ben prematüre doğmuşum: altı ay ve üç haftalıkken, cezasını doldurmayı bekleyemeyip, sabırla tünelini kazan bir mahkum gibi, firar edivermişim annemin rahminden. cenin aklımla neleri düşünüyordum o anda, bunları bilmem mümkün değil- ama düşündüğümü biliyorum.
kendimi yeteri kadar güçlü, olmuş sanıyordum belki de. kendi başıma sorunsuz nefes alacağımı, hayatla baş edebileceğimi, yüzüme doğru eğilen suretlerdeki “hoş geldin” gülümsemelerine, küçük bir ağlamayla yanıt vereceğimi düşünüyordum bence.
her zaman boyumdan büyük işlere kalkışmamın nedeni burada gizli olsa gerek: doğduğum anda...sonuçta, bir buçuk kilo bile olmayan, boyu 45 santim bir firari, hayata kaçtığında bunları yapamıyor tabii ki… yakınların endişeli bakışları ve uzaklardan her nedense gelmiş kem gözlü kadınların “çok yaşamaz” fısıltıları arasında küveze alınmışım. beklenilenden az, sadece üç gün kalmışım küvezde. Sonra, düşünü kurduğum özgürlüğe – ve annemin sütüne!- kavuşmuşum. doktorlar, reflekslerim çok güçlü olduğu için hayatta kaldığımı söylemişler.
bazen, annemle ya da yakın akrabalarımla konuştuğumda, ilk anların çok umutsuz olduğunu söylüyorlar. sanırım, bazı tanıdıklar bir süre beklemişler “maşallah” altınlarını takmak için, ne olur ne olmaz diye…
biraz kem gözlü kadınlara inat, biraz da hayata ayıp etmeyeyim diye yaşamayı becerdim sanırım…hayat beni şikayet etmesin diye…
bazı aşklar da prematüre doğarlar. dokuz ay on günde sağlıklı doğabilecek bir bebek, vaktinden önce dünyaya kavuştuğunda yaşamayabilir ya da sakat kalabilir. bazen bu durum önceden öngörülebilir. o zaman, siz ne kadar üzülürseniz üzülün doktorlar size kürtajı önerirler. sağlıklı bir bebek isitiyorsanız eğer, bu riske girilmez. hatta, kimi zaman prematüre bebek sizin hayatınızı bile tehdit eder...sizin yaşamda kalmanız için, onun alınması şarttır. benimki gibi mucize kabilinden bebeklere çok rastlamaz tıp bilimi ve ben istatistiklerdeki çok küçük bir yüzdeyimdir sadece…o yüzden, istisnayımdır, tıpkı bazı aşklar gibi…
bazı aşkların prematüre olacağı bilinir ve istatistiklerdeki küçük bir rakam için riske girmez doktorlar- istisna da olsalar…
bazen, ne kadar istense de ve ne kadar istisna olsa da o bebekler; kürtaja kurban giderler…

Pazartesi, Şubat 22, 2010

anımsamalar: hayal kurma dersleri


aslında, böyle olacağını hiç düşünmemiştim: gerçekten hayal kurmayı yitirebileceğimi hiç ama hiç düşünmemiştim. eskiden kurduğum hayallerin, güneşli bir bahar günü yağmur sonrası toprak kokusunun yarattığı bir tesir gibi bir tesiri vardı üzerimde: bunun nedeni, gerçekleşebileceklerini düşünmemdi.
şimdi, hayal kurma biçimimin bile değiştiğini, belirgin bir üslup farklılığı olduğunu görüyorum. en büyük değişiklik, artık kurduğum hayallere inanmamam. kendimi hayal kurarken yakaladığım zamanlarda, bu hayallerin gerçekleşme ihtimali olmayan kurmaca yapılar olduğunu biliyorum. hayal kurmayı bir tür meditasyon ya da hayatın yorgunluğunu unutmak için bir gevşeme metodu olarak ele alıyorum. yatmadan önce uyku haplarını alan menopozunu çeyrek geçmiş kadınlardan pek farkım yok bir bakıma. kafamın içindeki uğultuyu dindirebilmek için iki draje almam gerekiyor.
uğultuyu dindirmenin en önemli yollarından biri de, alkol bulutlarıyla çevrelenmiş bir sosyallik yaratmak. belki de amacım bir esriklik hali içinde, eskisi gibi hayal kurmayı hatırlayabilmek: hayal meyal hatırlamaya çalışmak.
beynimle değil, kalbimle hayal kurmayı hatırlamak…

* fotoğrafı kopenhag'da çektim, üzerinde biraz oynadım...

Çarşamba, Şubat 17, 2010

kişisel atlas'dan: kish/iran


bundan dört beş yıl önce, iran'ı çok seveceğimi söyleselerdi dalga geçerdim herhalde. ama, bir çok iran seyahatinden sonra, tuhaf bir alışkanlık gibi bende. tahran'ın o büyük enerjisini çok seviyorum sözgelimi. bastırılmışlığın altındaki enerji, şehrin her yerinde çok güçlü hissediliyor: başı örtülü bir istanbul var orada ...tebriz'in kendine özgülüğü ve hazar kıyısındaki sakin akşamlar da hatırımda hep kalacak kuvvvetli ve güzel an(ı)lar...

son yaşanan olayları; bir kaç yıl önce öngörmüştüm aslında: ben çok öngörülü olduğumdan değil ama. orada "mass media"dan uzakta bakma şansını gören herkes bunu farkedebilirdi.umarım, her şey iyiye, "medeni"ye doğru gider iran halkı için: bu kadar büyük bir kültürün at gözlüğüyle boğulması üzüntü verici...

pers kültürünü keşfetmek çok başka kapılar açıyor insana, ortak kültürümüzün ne kadar geniş bir alana yayıldığını görmek de. hayyam'dan mevlana'ya evrenselleşmiş ve hatta türkleştirdiğimiz, şu dünyayı anlamamıza zerafetle rehberlik eden bilgelerin kadim toprakları iran...

yasak olanı yapmanın ne derece çekici olduğunun en sağlam kanıtı: bu fotoğrafı iran'ın en ucundaki kish adası'nda çekmiştim.hayatımdaki en huzurlu manzaralardan birini izliyordum.

ve sanırım, hayatımdaki en lezzetli absolut'u içiyordum...

Cumartesi, Şubat 13, 2010

aziz valentin günü münasebetiyle: taylan'ın ütopist olarak portresi


iki kalp arasındaki en kısa mesafeye "aşk" denir. bize, mektepte böyle öğrettiler... bu yüzden, gerçek aşklar mesafelere dayanıklıdır: hem zamansal, hem mekansal olarak. yazdıklarımın ütopik olduğunu biliyorum: kilometreler ve günler ilişkilerin kurdudur diye düşünüldüğünü de.

ama zaten aşkın kendisi bir ütopya değil midir?..

ben hep ütopyalara inandım. iyi niyetli bir bakış açısıyla "saf" ya da bıyık altından gülerek söylendiği üzere "hayalperest" bulunsam da, ben hep kalbimle düşündüm. aklıyla düşünen bir insan nasıl inanır ki zaten bir ütopyaya?..

kendi varolmayan ülkemi usul usul tasarlayıp kuruyorum her seferinde: iskambil kağıdından kule yaptığımı bilerek. bir tek kupa kağıtları olsun ama , o kağıtların üzerinde kırmızı kalpleri göreyim yeter...

yıkılacakmış: olsun, ben yükselttim ya kulemi...

olsun, ben inandım ya bir ütopyaya...

Cuma, Şubat 12, 2010

acemi

Hayata dair ne çok hikaye biriktirdim, eksiltmek için çabaladığım gri hücrelerimde: Ne çok şiirlendim, ne çok yaşantım hisse çıkarmak isteyene kıssa oldu.Öğrenmesini bilene, acı en güzel terbiyedir. Yaşadıkça direnci artar insanın, ruhunun bağışıklık sistemi güçlenir- ki buna "tecrübe" denir. Tecrübe, korkakların geliştirdiği bir sistemdir. Oysa, korkamayacak kadar aşık olmalı şimdi.
Tecrübesiz kılıyorum artık kendimi: Acemi...

Salı, Şubat 09, 2010

(kendime) taşınma hazırlıkları



bugünlerde, yeni bir eve, bir bakıma yeni bir hayata taşınma hazırlıkları yapıyorum: sanki, kendi kendimden taşınmam mümkünmüş gibi…biraz daha farklı olsun istiyorum, yeni, çıtı pıtı ama aydınlık evim. hiç aklımda yoktu ama, bu kez eski objeler de kullanmak istiyorum: bana, geriye hep ve sadece anılar kaldığından olsa gerek. hem, zaten “antika” bir herif olduğumu söylemezler mi?
işe, annemin bir yerlerde beğenip aldığı, ama bir türlü kullanamadığı eski radyoyu “millileştirerek” başladım. ama, hiçbir radyo, prag’da gördüğüm vitrine beni yapıştıran o güzelim, eliptik biçimli radyonun yerini tutamaz sanırım: tasarımı beni bu kadar çeken; bu kadar özel bir nesne gördüğümü çok az hatırlıyorum. kapalı dükkanın sahibini bulamamıştım da; bayramda harçlıksız kalmış çocuklar gibi olmuştu yüzüm…
beşbenzemez sandalyeler kullanmayı önerdi, öneri hakkı olan biri mesela; altıncısı zaten hazır: dedemlerin evden 60’lara ait bir tonet.gerisi antikacı olduğunu iddia eden eskicilerden toplanmaya çalışılacak… banyoya da yine eskicilerden çıkma bir taşlı avize: yine aynı hak sahibinin güzel fikri...ama, onun dışında küçük bir ıvır zıvır külliyatından parçaları anımsatan; alakasız nesneler bulmalı…bir teneke oyuncak ,defterler için bir eski bavul, belki bir ayna, belki bir duvar saatı… diğer eşyalar mutlaka ama mutlaka çok sade.
çok istediğim halde, kütüphaneyi salona sığdıramayacağım. O yüzden kütüphane odasına bir de koltuk gerekir sanırım: ama kesinlikle berger olmasın. rahat edip, ayaklarımı uzatacağım bir koltuk…
mutfakla ilgili henüz bildiğim tek şey tarihin kaydettiği en kötü mavi renkteki fayansların söküleceği…
yatak odasında, biraz kod farkı yaratılarak yükseltilmiş bir yer yatağından ideali olmaz bence: hepsi o…tabii bir de kolayca ulaşılabilecek bir okuma lambası.
belki de ev, ikinci sınıf amerikan sit-comlarına malzeme olmaya çalışır gibi; hep bir şantiye, boya badana halinde olacak: kendi kendimi inşa etmeye çabalamam hiç bitmeyeceği için...

ya da sabırlı bir ipekböceği gibi çalışacağım: sonunda, kendi kozamı tamamlayıp, içine kapanacağım…

Cumartesi, Şubat 06, 2010

mahsuniyet müzesi


kendi müzemi kursam, bir yer bulup, şehir dışında ya da kendi içimde bir yerde; hangi parçaları seçerdim acaba? sırtımdaki hançerler mesela, mutlaka olmalı: özellikle kendi sapladıklarım…
bazı albümler yerleştirmeli vitrinlere, yanlarında nerede dinleneceklerine dair uyarı yazılarıyla: “the wall” bir körfeze bakarken dinlenmeli ya da bir iskandinav kentinde; taşlı gözlüklü şişman konkenci kadınlar gibi cin portakal içerken… zeki müren’in radyo kayıtları olmalı, muhayyer kürdi rakılarla ve yağmur (gözlerimizden) yağarken dinlenilmeli.
kitaplar da olmalı elbette: “düş acıları” basılmış olursa, çok isterim müzemde olmasını: yanında yıllarca önce yazdığım köşe yazım durmalı, ece’ye ithafen: “bir ilk roman”…bir de, latife tekin “buzdan kılıçlar” içine düştüğüm notla birlikte: o kadar iyiydi ki, yazar olmak haddim mi diye düşünmüştüm. oğuzcuğum atay’ın “tutunamayanlar”ı ile borgesler ve cortazarlar da olmalı; diğer bir çok kitabın yanı sıra…
üç dev ekranda, üç film sürekli gösterilmeli: “citizen kane”, “barton fink” ve “requiem for a dream”. üçünün toplamı benim filmimin öyküsü gibi sanki…
defterlerimin bir bölümü olmalı, kanamaları hala durdurulamamış. aklım gibi yana doğru eğilmiş elyazımdan grafologlar bir mağlubiyet tarihi çıkarmaya çalışsalar da; umursamayın onları…
müzemdeki en değerli parçaysa, kaçakçılar tarafından büyük bir gizlilik içinde kaçırılmış sınırlarımdan: kalbim,artık, bir koleksiyonerin şöminesinin üstünde duruyor sanırım…

Çarşamba, Şubat 03, 2010

bi saniye izah edeyim: cinsellik *



Metres: Üvey karı…

Santimetres: Azaltarak bırakanlar için, ayrıca “cüce” değil, “küçük insan” demeniz gerekiyor.”Politically correct” hadisesi…

Milimetres: Hayal kırıklığı yaratan erkek metres..

Desimetres: Esprinin zorlanması…

Geçerli bahane: “kusura bakma bu akşam (d)işim var…”

Şişme Kadın: Büyüklere balon…

Zoofili ( International Version ) :Bedevi, magazin muhabirlerine yaptığı açıklamada kutup ayısıyla seviyeli bir arkadaşlık içinde olduğunu söyledi.

Zoofili ( Domestic Version ): Ülkemizde kırsal yörelerde “Eşogelin” olarak bilinir.

Zoofilli: Yuh artık, adı da Dumbo muydu?

Çelişki: “Biraz hamileyim bugünlerde…”

Kamasutra: Herkesi ya Nadia Comanechi ya kemiksiz zanneden zihniyet.

Porno: Hiç izlemediğim için bu konuda bir fikrim yok. Zaten televizyonda da sadece diskoviri ve entivi’yi izliyorum.interneti de araştırma amaçlı kullanıyorum vallahi…( "yersen" faktörü )

Haydar Dümen: Dümenden Kinsey…

Fantazi: Kelepçe sayısından polis sayısını çıkardığınızda bulduğunuz rakam şaşırtıcı boyutlarda olacaktır.

Orgazm: “And the Oscar goes to…”

* sadece hüzünlü cümleler kurduğumu söyleyen arkadaşlarıma...

Pazartesi, Şubat 01, 2010

kazazede


Şimdi senin sahillerine vursam, büyük ve sansasyonel bir uçak kazasından sonra... Tek kurtulan ben olsam, senin (zümrüt ormanlarla kaplı ama bir o kadar tehlikeli ) dağlarına çarpıp; küçük bir çoçuğun dağıttığı puzzle misali parçalanarak suya düşen uçaktan...

İçimdeki kalabalığın zıddı bu adayı hemen tanısam: Karikatürdekilerin aksine, palmiye olmasa bu adada da, begonviller olsa sözgelimi.Aylarca sakallarım uzasa, mesela, Robinson'u olsam ben kişisel, ıssız adanın.Ve Cuma olsa kalbim: Hizmetkarı olsa senin sıcak kalbinin.

Kurtarılmak için hiç ateş yakmazdım, bu kıtalardan ve önyargılar imparatorluğundan azade toprak parçasından...

Ben zaten yıllardır ruhumla yakıyordum ateşimi ve usul usul veriyordum kendi S.O.S işaretimi.

Sonunda, bir ada, görsün diye beni...

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."