Çarşamba, Haziran 23, 2010

boncuk


bazen, yazdıklarımı okuyanlar eni konu yalnız bir insan olduğumu düşünürler: oysa, bilseniz ben ne çok kalabalığım... “bir insanın hayatta çok arkadaşı olsa bile, dostları azdır” teorisine inat; ben, kendini dostlarla kuşatmayı becermiş bir adamım: geri dönüp baktığımda, en hakiki başarımın da bu olduğunu düşünüyorum...

kalbimin yönü aşka doğru döndüğü vakitlerde, itiraf etmeliyim ki pek de doğru kararlar ver(e)memişim. gelgelelim aynı yön duygusunu dostlarımı seçmekte kullanırken, sakalının üzerinden piposunu keyifle sarkıtan güngörmüş kaptanlar gibi maharetli olduğumu düşünüyorum: içgüdülerim çok az yanılmış. can dostlarıma bakıyorum da, çoğuyla uzun yıllardır sınanmışız beraberce. dostluğumuzun sağlamasını – iyi ve kötü günüyle; kahkahasıyla ve kederiyle - hayat ve zaman yapmış zaten bizim yerimize…

gülden’le bizi de, hayat sınamıştır hep: hem beraberce, hem ayrı ayrı.
ama,maalesef, daha çok onu…

ben gülden’e “boncuk” derim: boncuk mavi gözleri ne olursa olsun, ama ne olursa olsun yanımdadır, bilirim. ahlakın plastikleştiği zamanlarda yaşadığının bilincinde iki dost, hep dert ortağı olmuşuzdur o yüzden: asla suç ortağı değil… evinin bahçesine dökülen dertlerimi akşamüstleri tatlı tatlı esen rüzgar, yapraklarla beraber süpürüp götürmüştür sayısını anımsayamadığım kez. zaman zaman aralarına karışan sırlarsa, özenli evsahibim tarafından itinayla alınıp; kimsenin bulamayacağı manevi yüklüklere kaldırılmıştır. o evin bahçesi, o rüzgar; sabah kahvaltıları,öğlen limonataları ve akşam şarapları çift diplomalı bir terapistten daha faydalı olmuştur bana- ve bir çok başka insana.

o bahçe, benim maneviyatımı tamir ettiğim bir adadır. boncuk’un kahkahası illa çınlar,illa ortak mirasımız turgut’la bütün böcekler hayranlıkla izlenir; illa çok konuşulur – bazen de susulur : boncuk, ne zaman konuşacağını bildiği kadar, ne zaman susacağını da bilecek kadar iyi bir dosttur çünkü. sanırım, ben de zaman zaman bir ada olabildim dostuma…

dedim ya, aslında ben kalabalık bir adamım- aynı oranda da şanslı.
çünkü, dört buçuk yaşındakı turgut’un o inanılmaz tanımlamasıyla hayatımı “güzelten” bir boncuğum var…



*bu yazı, gülden’in doğum günü için yazıldı.dostlarıma verebileceğim en sahici hediyelerim: cümlelerim… ece, gülben, tanya, gülden: şimdiye kadar yazdıklarım… daha yazacaklarım da var elbette, zamanı geldikçe: dostlarım için güzellemeler…çünkü, hayatımı “güzelten” bu insanlara bazen yeteri kadar söyleyemiyorum sanki onları ne çok ve nasıl sevdiğimi. o yüzden,her zamanki gibi dilim yerine yazım söyleyecek bendeki hakikatı…

Pazar, Haziran 20, 2010

anımsamalar: ismail hakkı


yedi yıldır babalar günlerinde siyah bir mermerle konuşuyorum: bazen akıl danışıyor, bazen kızıyor, bazen gülüyor, bazen de sadece susup saygıyla dinliyorum. yedi yıldır, siyah mermer orada beni – bizi – bekliyor. sesimi(zi) özlediğini biliyorum, bizi özlediğini…
ismail hakkı hep kara koyun oldu hayatı boyunca. o yüzden, mezarlıktaki onca beyaz mermerli mezarın içindeki tek siyah taşın ona ait olması şaşırtıcı değil. aksi olsaydı şaşırtıcı olurdu aslında ama: tek düzeliğin içinde sessizce kaybolup gitmeyi kimse yakıştıramazdı ismail hakkı’ya… konu ne olursa olsun, ama gerçekten ne olursa olsun, hep öteki olmayı becerebilirdi. sanki , tanrı ona bu konuda özel bir yetenek vermişti…
kara koyun: ismail hakkı: babam…

hayata “eyvallah” çekmeden önce, defalarca hoca, namaz, dua istemediğini; kendisini şöyle şahane bir rakı sofrasıyla yolcu etmemizi istediğini söylerdi. istediğini yarı yarıya gerçekleştirebildim ancak: duadan sonra – ne yapıp edip “laikçe” bir hoca bulunmuştu ama- adet olduğu üzere havluya sarılmış “hediyeyi” uzatırken hocaya genişçe gülümsemiştim. adam, sanırım acı ve üzüntüden sinirlerimin bozulduğunu düşünüp, bu gülümsemeyi mahcup ve biraz da anlamaz bir tebessümle yanıtlamıştı. oysa benim aklımda hep ismail hakkı’nın ruhban sınıfı hakkındaki eleştirel ( buradaki “eleştirel”in bol cinsel çağrışımlı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?) yorumları ve hocaya verilecek paralarla kurulabilecek çilingir sofralarının yüzölçümleri konusunda ince mühendislik hesapları içeren söylevleri vardı.
o ilk birkaç günden sonra , bütün bu dua-başörtüsü-kıymalı pide seremonisinin ardından; sanırım ilk önce eniştem mutfaktaki masanın kenarına iliştirilmiş tabaktaki bir parça beyaz peynir ve bir duble rakıyla babamın vasiyetini yerine getirmeye başlamıştı. onu yakın arkadaşlar izlemiş, giderek arapçanın bir süreliğine anadil ilan edildiği ev, mutfaktan başlayarak diğer odalara ve hatta terasa yayılan başka bir dille dolmaya başlamıştı: kadirşinaslığın,hüznün, ekabirliğin, sevginin, acının ve özlemin karışımı bu dili, şimdi cümlelerle açıklamama pek olanak yok. sadece, giderken biraz hüzünlü de olsa bize sarılan bir adamın gülümsemesi gibi bir dildi bu- ama ( ve mutlaka ) gülümsemeyi ve gitmeyi içeriyordu. saatler saatleri ve günler günleri kovaladıkça; geleneklere hürmeten mutfağa kurulan masa da giderek büyümüştü. özlemin büyüklüğüyle herkes onunla ilgili bir anısını anlatmaya başladığında ortaya çıkan sonuçsa; kahkahalar olmuştu. ismail hakkı yine muzipliğini yapmış ( onu en iyi tanımlayacak sözcüklerden biri “muziptir” sanırım ) bizi ele güne rezil etmişti. bu kadar çok gülünen başka bir cenaze evi görmedim, göreceğimi de pek düşünmüyorum açıkçası….dışarıdan bakıldığında, anlayışsız gözlerin, bilhassa kalplerin kınayacağı bu manzara, dostlarının ona ne kadar da layık olduğunu gösteriyordu bir bakıma. onu, hakettiği gibi uğurluyorlardı: istediği gibi…
aslına bakılırsa, bu kahkahaları biraz da korkumuz besliyordu. insanın “nisyan ile malul” olduğunu bildiğimiz için, unutmaktan korkuyor; herkes onunla ilgili en güzel, en tatlı anını/anısını anlatıyordu ki, hiç unutmasın, unutulmasın. ismail hakkı sağolsun, bu konuda herkese oldukça cömert davrandığından ve de muzip bir çocuk olmayı 57 yıl boyunca bırakmadığından bu anıların çok da kolay unutulacağını sanmıyorum. yine de bir gün bunların hiç değilse bir bölümünü bir araya getirmeli diye düşünüyorum. büyüyüp yazar olursam bir gün eğer…

bütün bunlarla beraber, bir şeyin yanlış düşünülmesini istemem: evet, ismail hakkı yaşamanın tadını bilir ve severdi ama dedim ya, o hep kara koyun olmayı seçmişti: sevgili yoldaşı taylan özgür’ün adını bana miras bırakmış, bütün umuduyla değiştirebileceğine inandığı bir dünya için işkencelerden geçmiş, hapislerde yatmıştı. haklıyı haksızı bilmeye, anlamaya çalışmıştı.adalete, hakka, insanca yaşamaya inanmıştı. yaratıcı bir mühendis olmuş, nevi şahsına münhasır bir çok yenilik geliştirmişti…

iyi bir baba mıydı: bana göre, ismail hakkı hiçbir zaman dünyanın en iyi babası olmadı. zaten olsaydı, o zaman ismail hakkı olamazdı. ama, bütün hatalarıyla ve günahlarıyla, onun da bir insan olduğunu kabul edeli uzun zaman oldu. her ne yaptıysam affetsin, her ne yaptıysa affettim…çünkü, beni sevdiğini hep bildim ve ne güzel ki, hiçbir zaman bunu söylemeyi ihmal etmedi. “seni seviyorum” diyebilmenin güzelliğini ve erdemini bana o öğretti diyebilirim…
bugün geriye dönüp baktığımda onun ve tabii ki kendine eş seçtiği ve asla vazgeçmediği sevgilisinin, annemin; benim ve kardeşimin hayatını ne kadar zenginleştirdiklerini görüyorum.son yıllarında yakınlaştığımız, birbirimizi daha iyi anlamaya başladığımız için ne kadar şanslı olduğumu(zu) da…

benim bir babam ( hala ) var: o, şimdi siyah bir mermer gibi görünse de uzaktan, muzip gözleri hep üzerimde olacak. biliyorum:yine tuhaf teorileriyle beni çileden çıkaracak, aşkın ne kadar önemli olduğunu anlatacak, gururlu bir çerkes olmakla ilgili hikayelerden bahsedecek ya da gururlu bir insan olmaktan sadece… beni, bizi ve herkesi kızdıracak bir sürü şey yapacak; kara koyun olmayı seçmenin ne kadar büyük bir erdem olduğunu hatırlatacak bir sürü şeyi, inadına yapacak…
ismail hakkı beni hep inadına sevecek: öyle bir inat ki bu, ölmüş olması bile bu inadı değiştiremeyecek…

evet, benim babam beni hep sevecek…


*bu yazıyı yazalı iki yıl olmuş: dokuz yıldır babalar gününde yanımda değil ismail hakkı.yine de, hala gururlandırmayı beceriyor beni.geçtiğimiz günlerde bursa'da açılan ve deniz gezmiş'lere adanan "üç fidan" anıtının açılışında; hapishane arkadaşlarıyla buluştuğumuzda bunu bir kez daha hissettim.bana bakarken gözleri dolan o mert adamlar , sadece bakışlarıyla çok şey anlattılar.
"hafıza-ı beşer, nisyan ile malüldür".çok korkuyorum, babamın sesinin tonunu;rakı kadehini tutuşunu, bıyıklarındaki sigara sarılarını ve bakışlarını unutmaktan...
ismail hakkı'yı ismail hakkı yapan şeylerin; arızalı doğmuş zihnimizden usulcacık silinmesinden...
o yüzden,sürekli onunla ilgili anılar anlatıyorum/anlattırıyorum:çünkü, birisi unutulduğunda gerçekten ölür...
ismail hakkı'yı hala çok seviyorum:şimdi siyah bir taş gibi görünse de...

Cuma, Haziran 18, 2010

ece


bugün, benim kalbimin kara kutusunun doğum günü: bugün, çeyrek asırdır, tüm mağlubiyet ve nadiren de olsa galibiyetlerime tanıklık etmiş; kişisel tarihimdeki tüm önemli noktaları sevecen bir vakanüvis gibi yazmış; hissiyatım konusunda kahin misali geleceği benden önce görmüş; fırtına sonrası limanları kadar sakin sularında yaralarımı sarmış ve hepsinden önemlisi, beni, “ ben” olarak kabul etmiş can dostumun doğum günü…

bugün, ece’nin doğum günü…

ece’yle ilgili ne zaman yazı yazmaya kalksam, kalemimi hep çolak hissederim: yirmi beş yıllık bir dostluğu; yaşadıklarınızı ve yaşantılarınızı , hangi kelimeler yeteri kadar ifade edebilir ki? üstelik, üzerine söz aldığınız insan, kalemi bu denli güçlü, kitaplar yazmış biriyse; işiniz daha da zorlaşıyor. öyle ya: bir yazara, hem de mesleği yazarlık olan birine kelimelerle hediye vermeye çalışmak; kuyumcuya hediye olarak altın vermeye benzemez mi?

yine de, ece bilir: kalemim sürçse de, kalbim sürçmez ondan bahsederken…

elbette, daha önce kelimelerden hediyeler yapıp verdim ona: ilk romanını yazdığında, tıfıl bir köşe yazarı olarak onunla ilgili bir yazı yazmıştım. o yazı çerçevelenip duvara asıldığında mesela, ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. bir keresinde de, yine doğum günü için “(G)ece’ye…” diye bir öykü yazmıştım, onun ruhundan parçaları katarak içine.zaman içinde başka şehirlerden, başka ülkelerden, başka insanlardan mektuplar yazdık birbirimize.kartlar attık,notlar bıraktık ama birbirimizi kelimelerden azade hiç kılmadık. ne olursa olsun, yirmi beş yıldır birbirimize doğru yazmaktan hiç vazgeçmedik ne mutlu ki…
artık el yazımızı daha az kullanıyoruz. inatçı ihtiyarlar ya da nostalji bağımlısı pespaye romantikler gibi fetişleştirmiyoruz mürekkebi. yine de, doğruya doğru, el yazılarımızla karşılaşmayı da çok seviyoruz. dijital ya da mürekkeple: gerçek olan şu ki,ergen olduğumuz günlerden beri, yazı, hep en önemli köprümüz oldu.hem, kaç kişiyle aynı şehirdeyken mektuplaşırsınız ki?

o yüzden, yazıya da teşekkür borçluyum: can dostumu mümkün kıldığı için…

farkındayım, çoğu zaman yazdıklarımda belirgin bir sepya rengi var. kalemimden bulutlar geçiyorsa, bunların nedenini bilen insandır ece. ama, bir yandan da kahkahaların çınladığı o kadar çok zamanımız geçti ki beraber. çok güldük, çok eğlendik , bir bölümü majör bir bölümü minör sayısız delilik çalışması yaptık.yani,sadece kelimelerle var etmedik bunca yılı: beraber gezerek, yiyerek, içerek ve en çok da gülerek karılmıştır bu dostluğun harcı…
ece, bana “koşulsuz güven”in ne olduğunu izah etme melekesine sahip ilk insandır. bir gün, başıma bir şey gelirse eğer, tüm defterlerim ona verilsin isterim.çünkü, o sayfaların toplamından bir tek ece’nin manalı bir sonuç çıkaracağını bilirim. bilirim ki; o cümlelerin tamamında onun da hakkı vardır.tıpkı, benim üzerimde olduğu gibi…
bugün, ece’nin doğum günü: nice doğum günleri olacak, nice cümleler kurulacak, nice aşklar geçecek belki.

ama,biliyorum ki, ece hep kalacak…

Cuma, Haziran 11, 2010

aşkı tedavi yolları


aşkın doğası üzerine bilimsel makaleler yazan/yazabilen insanları gerçekten o kadar kıskanıyorum ki...yani bütün o hormonlar, nörotransmitterler, endorfin patlamaları, enzim salgılamaları filan, ne de güzel açıklıyor her şeyi...

maneviyatin temelde kimyasal bir sürece indirgenmesi , aslına bakılırsa insanlık için önemli bir adım:önümüzdeki dönemde hissiyat haplarının iyiden iyiye yaygınlasacağı öngorülebilir. kaldı ki, zanax ve prozac bu yolu yavaş yavaş açmaya başlamadılar mı: reçeteyle alınan mutluluklar...

aşk acısını ortadan kaldıran ilaçların yapılacağı günler de yakın. o yüzden şimdiden tedbirli olmak gerekiyor: örgutlenmek ve ilaç monopollerine karşı güçlü olmak...çünkü, sosyal devlet kavramının giderek global kapitalizme yenik düşmesinin bedelini, gelecekte, o ilaçları almaya gücü yetmeyecek cemiyetin kimi bireyleri ödeyecek ne yazık ki...

çokuluslu şirketler tüm dünyada sosyal adalet duygusunu bu kadar yok etmeseydi, o zaman devletler kalplerinin üzerinde kırmızı harflerle "fragile" yazan bireyleri için çok ucuza ya da bedava ilaç dağıtabilirdi. koruyucu hekimlik çalışmaları dahilinde genellikle kendi ruhsal varoşlarında yaşayan bu vatandaşlara, hastalığa yakalanmadan hemen önce müdahale edilebilirdi.sozgelimi, içe isleyen bir bakış ya da benzeri olmayan bir öpücükten hemen sonra bir "ertesi gun" hapı alınabilirdi. bu bireylerin yaşadığı varoşlarda sosyal merkezler kurulur, dönüsümlü kağıda basılmış farklı renklerdeki broşürlerde "hastalıktan" korunma ile ilgili bilgiler verilirdi...

ama, varoşlar hep başbelası yerler olagelmistir.devletin şefkatli yardim elini geri iten ayrıkotlari yaşayacaktır buralarda: tüm ruhunu, ruhuna mana katan şeyleri muhtelif renkteki haplara tahvil etmeyi reddeden toplum düşmanları ....emin olun, izbe arka sokaklarda, rögarlardan yükselen buharlar arasında kapıları gizlenmiş dövmeci dükkanlarında buluşacaklar hep...

çünkü bilim, kalbe gözlerle yapılan bir dövmeyi asla silemez...


* fotoğraf barcelona'da çekildi.

Cuma, Haziran 04, 2010

anavatanım


işte, şimdi, buradayım: doğduğum topraklara, anavatanıma dönmüş gibiyim.
ben de, bu ağrı neden diyordum yıllardır süren… özellikle yağmurlu havalarda ruhumun sızlaması neden ve neden siyah beyaz filmlerdeki suretlerin geçmesi gözlerimden sürekli?..
buradayım: eğilip toprağı öpecek kadar özlemişim burayı ve farkediyorum ki, toprağın beni öpeceği kadar buralıymışım meğer. meğer, memleket hasretiymiş hüznü farkında olmadan yakama iliştiren.
gurbetteydim, artık anavatanıma döndüm ben..

*fotoğraf bursa, gölyazı'da çekildi.

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."