Cuma, Mayıs 03, 2013

kızılderili

ben küçükken de hep kızılderiliydim oyunlarda… iple bağlanmış dişleri kapı kollarından sarkan, gaddarlıklarının en sevimli çağını yaşayan plastik tabancalı kovboylar kaç kez vurdu beni, anımsamıyorum. sonra, büyüdüm: ya da daha doğrusu, yaş aldım yalnızca. tüm soluk benizliler çatal dilliydi ve ben tüm güzel vahşiler gibi bunu göremeyecek kadar saftım. biraz ateş suyuyla beni kandırıp düşlerimi çalmayı çok iyi biliyorlardı – acı kader!.. mustanglerin sırtına ve doğa ananın kucağına alışmıştım ben oysa.beyaz adamın şehirlerinde bozuldu manitu’nun bana bahşettiği ruhumun bekareti: öteki’ne öykünmenin en acı verici tarafıdır maskeli balolar.hem, bilen unutmaz: siular asla affetmez custer’a rehberlik eden melezleri- bizonlar da… şimdi, beynimdeki sinemada bir western izliyorum, hayat öykümden uyarlanan. filmin sonunda anlıyorum kendi kendime verdiğim mesajı: ben kaybetmedim, yalnızca vazgeçtim…

Salı, Nisan 30, 2013

gece geç vakit, mfö dinler şarap içerken yazılmış yazıdır

yelkovan emekliliği yaklaşmış bir memur gibi isteksiz, sessiz bir akrep pusuda bekliyor zamanı sokmak için. ne kadar da çok anzac askeri olmaya çalıştım aslında ben, manevi gelibolularda… bu üç adam kadar kutsal bir şey inmedi bu topraklara : “al kalbimi de kafana göre takıl” hissiyatını vermekti incillerinin ilk buyruğu… hepsi birer isa’ydı aslında, biraz terbiyesiz, biraz bencili ama: baba, oğul,kutsal ruh: mazhar, özkan (ve) fuat... şarap içmeli; kırmızı notalar biriktirmeli ve tat almalı çarmıha gerilmekten; onları dinlerken…

Çarşamba, Nisan 10, 2013

tüketici köşesi

hayatın bana adil davranmaması konusunda ciddi şikayetlerim var. şikayet mercii kim henüz bilmiyorum. sadece soyut bir takım kavramlar var, "kader" gibi, "tanrı" gibi... dolayısıyla, beyaz kağıda bir dilekçe yazıp sonra evrak servisinden bir kayıt numarasıyla gerekli bürokratik işlemleri takip etmek gibi bir şansım yok... ya da, ne bileyim, gazetelerdeki tüketici köşelerine ağdalı ve hakkını arayan insanların kurduğu yüksek sesli cümlelerle şikayet mektupları döşenmek de ihtimal dahilinde değil : "sayın ilgili, bu hayat beni tutuyor, bununla da kalmayıp sürekli bir adaletsizlik duygusu içinde yaşıyorum. maneviyatımın büyük bir haksızlığa uğradığını düşünüyorum. ancak bu konudaki şikayetlerime bugüne değin yazılı ya da sözlü bir yanıt alamadım. son çare olarak bu mektubu yazmayı uygun gördüm..." hahaha! hep oğuzcuğum atay geliyor aklıma: ilahi hayat, sen adamı ( acı acı ) güldürürsün...

Çarşamba, Nisan 03, 2013

anımsamalar: the science of sleep

bir süredir malum kaburga hadisesi nedeniyle ,çoğunlukla evdeyim. bu arada, seyretmeyi kafama koyup, bir türlü fırsat bulamadığım filmleri de izliyorum. iki yıl önce tam sinemanın kapısından döndüğüm, "eternal sunshine of spotless mind" ın yönetmeni michel gondry'nin "the science of sleep" i de bu filmlerden biriydi. "eternal.." a göre çok daha naiv, ama bir o kadar ruha dokunan bir film bu. nedense kahramanla çok özdeşleştirdim kendimi... rüya ile gerçeği ayırdemedeyen bir karakter olmasından belki... ama, hepsinden ötesi, filmin bütününe yayılan bir duygu var ki... bir an kahkaha atmak isterken hemen peşinden hüzünleniveriyorsunuz ve bunlar o kadar iç içe geçiyor ki hisleriniz de uykuyla uyanıklık arasındaki o an gibi belirsizleşiyor... oyunculuklar harika, animasyon bölümler harika... hele bazı diyaloglar var , onlar özellikle harika...bir tanesi, gülümsememi bir anda dondurup, gözlerimi doldurmaya yetti: stephanie - why me? stephane - because everyone else is boring. gerçekten de, öyle değil midir ama?..

Perşembe, Mart 21, 2013

anımsamalar: flu

"(resmi) flu çektim çünkü kalbim nesneleri ve hadiseleri olanca netliğiyle göremeyecek kadar hassas..." bu cümleyi, hem de farkında olmadan şakalaşırken kurmuşum: insan nasıl şaka yaparken böyle bir cümle refleks gibi aklına düşer, neden sonra bunu düşünmeyi akıl edebildim... yıllar ve yıllar önce, kendimle çok amansız ( ve bir o kadar nedensiz ) bir hesaplaşma sürecindeyken, bir tür gri ışıkla besleniyordum sanırım. "depresif florasan grisi" diyebileceğimiz bu ışığın, aslında beni nasıl zehirlediğini, bu zehrin yıllar sonra bile yan etkilerinin ortaya çıkabileceğini hesaplayamıyor insan o dönemlerde... sonra, işte böyle beklemediğiniz bir anda ortaya çıkıyor bu yan etkiler: son derece neşeli hatta geyiksel bir düzlemde bile kurduğunuz cümleler, özene bezene yazılmış bir intihar mektubundan parçaları andırıyor. daha önce de yazmıştım, "artık ağlak ve muğlak şeyler yazmak istemiyorum" diye... ama, ne yaparsam yapayım, o gri ışık içimde bir yerlerde kalmış demek ki... o yüzden , biraz onun kalıcılığını kabullenmeli, biraz da onunla dalga geçmeliyim sanırım. gri ışıkla beslenen o genç adamı sevdiğim kadar, onunla dalga geçmeyi de öğrenmeliyim. sanırım o zaman gerçekten o genç adamın yaşadıklarının bir anlamı olacak. o zaman o genç adam bir erkek olacak... post scriptum: flu fotoğrafları gerçekten de çok severim...

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."