Çarşamba, Nisan 21, 2010

kendimden (k)alıntılar


“bükemediğin yüreği öpeceksin…”


“tuhaf hikayeler uydurmayı, ya da tuhaf hikayeler uydurmayı becerebileceğimi uydurmayı seviyorum. "tuhaf" kelimesinin bana tuhaf bir biçimde yakıştığını biliyorum: ya da, belki de, sadece uyduruyorum...”


“bir latin amerika ülkesi gibiyim: kan(ım)la yazılıyor tarihim...”

“meğer ne ağır yükmüş kalp: o yüzden mi iki kişi olmadan taşınmıyor bazen?..”


“sevdiğim her kadın zarif birer çıkarma işlemiydi: eninde ( ve elbette sonunda ) beni eksiltip gitmişlerdi…”


*fotoğraf bursa/misi köyü'nde çekildi.

Perşembe, Nisan 15, 2010

rosebud


mermer bir bankonun üzerinde, pamuklar koyulmadan – yumuşaklığı unutmasın tenim diye – önce; çenemin tülbentle bağlanmasından az önce, ben de, kendi rosebud’ımı söyleyeceğim elbette: filmi biliyorsunuz, şaşırmayacaksınız o yüzden ağzımdan çıkan son cümleye...

Pazar, Nisan 11, 2010

bana bahar geldi


( bana ) bahar geldi- sayenizde. mevsim normallerinin bir altında; bir üzerinde havalar, kalp atışım zaten normalin çok üzerinde: sayenizde...kemalettin tuğcu kitaplarının çocukluğumuzu yaraladığı gibi yaralamış ruhlarımızı kısa süren kış; depresyonist akımdan cümle örneklerinden sıkılmışız...
bu kadar rastlantısal bir baharın geldiğine hiç rastlamamıştım daha önce. bir antik çağ limanı gibi huzurlu bir baharla karşılaşmamıştım, antik çağlardan bu yana...
hiç çiçekler beni toprak sanıp, göğsümde açmamıştı. böyle bir bahar gelmemişti.
(bana) bahar geldi-sayende/sayenizde...



*fotoğraf prag/old town'da çekildi...

Çarşamba, Nisan 07, 2010

bakışlarım



kişisel tarihimde karşıma –sıkça- çıkan bir tespittir: bakışlarım, hissiyatım ve ruhum hakkında, acemi bir suçludan daha fazla ipucu bırakıyormuş ortada… bu hep şaşırtmıştır beni:çünkü hepimiz gibi, bir tane ben yok ki benden içeri.

kimisi mesela, çok kızgın, neredeyse öfke dolu baktığımı söyler hiç beklemediğim bir anda.oysa, o anda hiç de öfkeli değilimdir. hatta kimi zaman, neredeyse hayata pes ettiğim anlarda söylemişlerdir bunu. kimbilir, belki de gördükleri, defansa çekilmiş bir boksörün, yumruk atamadığı anlardaki o çaresiz öfkesidir…

kimisi muzip baktığımı söyler: doğrusu bu ya, bazen gerçekten de muzip bir adamımdır. başka türlü olsaydım, sanırım bu kadar kan kaybıyla yaşayamazdım da...

kimisi de, gözlerimden geçen bulutların çokluğunu söyler bana: hüzünlü baktığımı. “hüzün” artık içi boşaltılmış gibi gelse de çoğumuza; bazen çok da sahici olmayı beceren bir kelimedir aslında. hepimiz, insana dairliğini yitirmemiş hepimiz, bazen, dayak yemiş sokak köpekleri gibi bakarız zira: şimdi, sıcak bir yuvada olsak da…

kimisiyse, bakışlarımdan düpedüz rahatsız olur: dik dik, gözlerinin içine bakarak, sanki unutulmuş bir çağın şamanı gibi, o esirgenmiş ruhlarını ele geçirmemden korkmakla ilgili bir şeyler mırıldanırlar: oysa, o noktada tutsak benimdir; anlamazlar.

bazı zamanlarda, ben de aynaya bakıp, anlamaya/anlamlandırmaya çalışırım bakışlarımı.aynadaki benin bakışlarını tercüme etmeye çalışırım.bu antreman bir yere kadar yarar sağlar, nihai noktada işe yaramaz ama: çünkü, insan kendi kendine aşık bakamaz …

yine de, aynanın bana söylediği şeyler vardır: bakışlarımdaki izleri görürüm orada: hem yaraları, hem de tendürdiyotlardan arta kalan, geçmeye yüz tutmuş o turuncu renk katmanlarını.bir de savaşmaktan, çıplak kalmaktan korkmadığımı görürüm o aynada.ama ne olursa olsun, zahmete değer bulurum bakışlarımla ilgili bu merağımı… her şeyden ama her şeyden soyunacak kadar cesur olup olamayacağımın yanıtı oradadır belki de. belki de, bakarak bir kalbe değip değemeyeceğimi merak ediyorumdur.

ya da, düpedüz, istediğim: bir bakışın kalbime değmesidir…

Cuma, Nisan 02, 2010

anımsamalar :flu


"(resmi) flu çektim çünkü kalbim nesneleri ve hadiseleri olanca netliğiyle göremeyecek kadar hassas..."

bu cümleyi, hem de farkında olmadan şakalaşırken kurmuşum: insan nasıl şaka yaparken böyle bir cümle refleks gibi aklına düşer, neden sonra bunu düşünmeyi akıl edebildim...
yıllar ve yıllar önce, kendimle çok amansız ( ve bir o kadar nedensiz ) bir hesaplaşma sürecindeyken, bir tür gri ışıkla besleniyordum sanırım. "depresif florasan grisi" diyebileceğimiz bu ışığın, aslında beni nasıl zehirlediğini, bu zehrin yıllar sonra bile yan etkilerinin ortaya çıkabileceğini hesaplayamıyor insan o dönemlerde...
sonra, işte böyle beklemediğiniz bir anda ortaya çıkıyor bu yan etkiler: son derece neşeli hatta geyiksel bir düzlemde bile kurduğunuz cümleler, özene bezene yazılmış bir intihar mektubundan parçaları andırıyor. daha önce de yazmıştım, "artık ağlak ve muğlak şeyler yazmak istemiyorum" diye... ama, ne yaparsam yapayım, o gri ışık içimde bir yerlerde kalmış demek ki... o yüzden , biraz onun kalıcılığını kabullenmeli, biraz da ciddiye almamayı; orada değilmiş gibi yapmayı bilmeliyim. gri ışıkla beslenen o genç adamı sevdiğim kadar, onunla dalga geçmeyi de öğrenmeliyim. sanırım o zaman gerçekten o genç adamın yaşadıklarının bir anlamı olacak.
o zaman o genç adam bir erkek olacak...

post scriptum: flu fotoğrafları gerçekten de çok severim...

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."