Salı, Ekim 05, 2010

anımsamalar: "soğuk bir gazoz ister misin yavrum?"


bu aralar çeşitli vesilelerle nuri alço'nun kulaklarını çınlatıyoruz.nuri alço olmak üzerine fikir alıştırmaları yapıyoruz.bu vesileyle yaptıkları seksenli yıllar esprileriyle konuyu gündeme getiren, çok değerli dostlarıma da da burada teşekkür etmeliyim.

bir yardımcı karakter rolü olmaktan, giderek popüler kültürün yeniden kendisini -başka bir düzlemde - keşfiyle rol çalmaya başlayan; 80'li yılların o kendine has ve geri gelmemesini dilediğimiz estetiğinin belki de kişiliğe bürünmüş hali: nuri alço...bazen o tarihlerde çektirdiğimiz fotoğrafları yakmak isteyecek kadar zevksizliğin mutlak egemenliğindeki yılların anti-kahramanı...

beyaz takım elbiseler ( muhakkak vatkalı olacak ) beyaz kösele ayakkabılar, ipek röpdoşambrlar, kristal viski kadehleri, yakası açık ipek gömleğin içinden fışkırmış (sarı) bir tutam göğüs kılı, bu kılların üzerinde uzanıp giden altın bir kolye; seyrek ama itinayla kabartılmış sarı saçlar ( ananelerin ilenirken kullandığı "sarı çiyan!" vurgusu kesin bir nefret içerir ) , "manda kasa" mercedes; ama hepsinin ötesinde rafine olmaya çabalarken yalnızca görgüsüzlüğünü faş eden bir kötülük sembolü.

yine de onu farklı kılan, ne klasik bir kötüye yakışmayan kırmızı elma yanakları ne de maiyetindeki ucuz katiller sürüsüne zaman zaman verdiği görgü dersleri...onu farklı kılan, genellikle emprovize suç işlenen bir coğrafyada, özellikle bir ( malum ) konuya odaklanarak taammüden suç işlemesidir.bu uğurda incelikli planlar yapması, her zaman tedarikli olması ( çekmecesi türlü uyku haplarıyla doludur ) avını izleyen sabırlı bir yırtıcı gibi beklemeyi bilmesi, eninde ve sonunda kaba kuvvete başvurmadan kurbanını o türko-barok yatakta baygın ele geçirmesidir.

gelgelelim 80 ler geride kaldı ve post-modern zamanlar bir kült figür olarak nuri alço'yu yeniden keşfetmenin tadını çıkarmaya başladı.önce 4-5 yıl önce kendilerine NARO ( nuri alço revival organisation ) adını veren bir muhalif örgütlenme, tüm ülkede ve hatta giderek tüm dünyada duvarlara nuri alço'nun adını yazmaya başladılar. seçilen ismin saçmalığı o kadar kesin ve doğruydu ki, nuri alço yeniden kollektif belleklerimizde kendine geniş bir yer buldu. bu arada bir mafya babasının adamlarınca acımasız bir biçimde dövüldü, magazin basınında yeniden yer bulmanın tadını çıkardı; son olarak da röpdoşambrı ve viskisiyle , züppe özel üniversitelerin partilerinde DJ lik yaparken görüldü.

kısacası, kurt kocayınca kuzuların maskarası oldu.

sonunda,nuri alço'nun ( bile ) gazozuna uyku hapı attılar ve bu halini kamuya teşhir etmekten hiç utanmadılar.

düşünün, öyle bir çağda yaşıyoruz ki; sonunda, nuri alço'yu ( bile ) kirlettiler..



*bu yazıyı yazalı bir kaç yıl olmuş.yazıdan hemen sonra ironik biçimde, yemekli bir toplantıda bize katılan alço ile bir gece geçirdim.yanımdakilerin çoğu, tıpkı yazdığım gibi ona "kocamış kurt" muamelesi yapmakta beis görmedi.gelgelelim, belki de öngördüğüm üzere, onun da bundan şikayeti yoktu: sanırım, şöhret böyle bir şey: kaybedip yeniden bulduğunuzda iyice sömürmek istiyorsunuz.
ilerleyen saatlerde bir "eller havaya" mekanında -gürültünün elverdiğince- konuyu üstteki yazıya getirdim.daha çok susarak çok şey anlattı- ya da ben çok şey anladığımı düşünmek istedim:bunu hala bilmiyorum...

Çarşamba, Eylül 01, 2010

anımsamalar: kalbe değen o ses


dün, bahçemdeki çınar, sonbahar yağmuru olduğunu hala ayırdememiş neşeli bir yağmurla yapraklarını ıslatırken; uzun süre zeki müren dinledim... ne zaman onu dinlesem, tıpkı bu yağmur altındaki ağaca ; ya da karlar içinde bir ormana, bir koydaki küçük şelaleye, bir yakamoza hayran olduğum gibi hayran oluyorum. tanıdık ama her seferinde güzelliğine akıl sır erdiremediğimiz bir doğa olayına hayran olur gibi..

kalbe değen o sesi duyduğumda, sanki hepimizi, bütün insanlığı tercüme edecek gibi geliyor: sevinçlerimizi, kederlerimizi, acılarımızı, yanlışlarımızı ,doğrularımızı ve elbette aşkımızı bir tek ses anlatıyor. onun sesinde güzel olana dair her şey vücut buluyor, kederli anlar bile zarafet kazanıyor. sesi başında bir hareymiş gibi düşünüyorum, onun sesiyle yıkanan hiçbir şey kirlenemezmiş sanki.

zeki müren'in sesi kalbime değiyor, yağmurun bir yalnız ağacı kutsaması gibi...



* az önce, yağmuru izlerken, bir yerlerden usulca gelip kulağıma kondu yine o ses.farkettim ki, yağan da aynı yağmur, takvimlerin güze döndüğü gündeyiz yine.aklıma yazdığım yazı geldi: kendimce sonbaharın gelişini kutlamanın daha güzel bir yolunu bulama(z)dım...

Çarşamba, Temmuz 21, 2010

anımsamalar: potansiyel suçlu


potansiyel suçlulardır, aynadaki suretinin başka biri olduğunu bilenler; ciddi bir müteahhitlik başarısına imza atmanını heyecanıyla, kendini inşa etmeye çalışanlar;çok farklı bir dine iman edip,kendi kutsal kitabını kalbiyle yazanlar; kanayarak yaşamayı becerebilen beşinci sınıf bar müdavimleri; transvestiler ve zenciler...

şizoid günler - örneğin arabeskin hüküm sürdüğü kurşuni bir perşembe - çoğaltmayı sevenler de eklenebilir bu kategoriye: kategorize etmek mümkün olsaydı eğer...

"içindeki potansiyeli harekete geçir!" yeni kapitalizmin ayinlerinden birinden alınma bu cümle ( şu çoklarca dolar verilip gidilen "guru" toplantılarından birinde duymanın istatiksel olarak çok mümkün olduğu cümle ) çarpıtılmaya ne kadar teşnedir senin yüreğinde:
"suçuyorum işte!"

potansiyel var demek ki sende...


*fotoğrafı, barcelona'da, fahişelerin ve tekinsiz adamların gezindiği bir arka sokakta çektim. gördüğüm en ayrıksı evsizdi- ki çoğunun ayrıkotları olduğunu düşünrsek bu vurgunun güçlülüğünü anlayabilirsiniz.. gözleri çok güzeldi ama sanırım aklı gibi kanıyordu.bana baktığı anı hiç unutmayacağım.

Salı, Temmuz 13, 2010

genel af


insan karakterinden kolay kolay emekli olamıyor: hırçın bir adamım, bunu kabul ediyorum artık- en fazla da kendime karşı. kendi kendimle sulh ilan edemediğim için, neye isyan ettiğini bilemeyen bir asi gibi kendi dağlarıma çıktım.


hiç olmayacak bir devrimi bekleyen hayalperest bir gerillanın, yıllar içinde profesyonel bir eşkiyaya dönüşmesi gibi; cümlelerim acıtmaktan başka bir işe yaramamaya başladı.kendimi ve en yakınımdakileri...


bütün bu illegal sürecin sonunda, inandığım değerlerin ve insanların ( en azından bir bölümünün ) büyük ve kof bir hayalden ibaret olduğunu öğrendim.hayata benim yüklediğim anlamların gereksizliğini...


kendimi affetmemeyi öğrendim...


ve kendimi affetmeyi...


genel af zamanı şimdi, dağlardan iniyorum.


kendimi sürgün ettiğim adalarda ve kuzey kentlerinde, griler vardı son seferinde: hep manen siyah-beyaz gibi geliyordu çektiğim fotoğraflar.


oysa, unutmuşum bu rengarenk fotoğrafı da, üstelik çok kuzeydeyken çekmiştim ben.


genel af zamanı şimdi: tüm renklerimle barışma zamanı...


*fotoğraf, kopenhag'ta çekildi. "venividisoni" uygulandı.

Salı, Temmuz 06, 2010

anımsamalar: mutluluk


bilenler bilir: benim zekam da kalemim de, akılla değil yürekle çalışır. küçük defterimi alıp bir kenara çekilmişsem, bilin ki kişisel tarihimin çağdönümlerinden biri yaşanmaktadır. genellikle Aşk ( büyük harfle, illa ki ) neden olur boyumdan büyük cümleler kurmama: hem mecazi, hem gerçek anlamıyla. Aşk'la ve Aşkla yazabilirim ancak ben bu yüzden...ve bu yüzden de, eninde (ve elbette) sonunda hüzünlü cümleler kurmak kaçınılmazdır.


bu kez, biraz daha farklı hissediyorum ama: bir tuhaf mutluluk, bir Aşk hali var üzerimde. nasıl demeli, sanki 68 yılında bir hippi komününde yaşayan sevimli bir kaçık gibi hissediyorum kendimi; gerisini siz hesaplayın artık. kendi kendimle çok büyük bir ateşkes ilan etmiş gibi, ne olursa olsun bozulamayacak bir barış bu..."savaş tarihçisi" terimi vardır ama "barış tarihçisi" terimi yoktur. ben kartvizitime bu sıfatı yazdırayım istiyorum artık. mutlulukla yazayım...


mutluluğumun ve mutlu olmanın kıymetini anlamak çok güzelmiş meğer, beni mutlu eden şeyler gitse bile; bendeki izleri, imzaları ne güzel.iyi ki bu kadar çok üzülmüşüm, iyi ki keder de çok olmuş hayatımda, hüzün de; iyi ki acılar olmuş hayatımda ve iyi ki kaybetmeyi bilmişim...


o yüzden, mutluluğumu (da) yazayım istiyorum artık. çünkü, yeniden anımsıyorum ki, yazarken zaten mutluyum ben...



* fotoğrafı, iki yıl önce ece bir konser öncesi çekmişti...

Çarşamba, Haziran 23, 2010

boncuk


bazen, yazdıklarımı okuyanlar eni konu yalnız bir insan olduğumu düşünürler: oysa, bilseniz ben ne çok kalabalığım... “bir insanın hayatta çok arkadaşı olsa bile, dostları azdır” teorisine inat; ben, kendini dostlarla kuşatmayı becermiş bir adamım: geri dönüp baktığımda, en hakiki başarımın da bu olduğunu düşünüyorum...

kalbimin yönü aşka doğru döndüğü vakitlerde, itiraf etmeliyim ki pek de doğru kararlar ver(e)memişim. gelgelelim aynı yön duygusunu dostlarımı seçmekte kullanırken, sakalının üzerinden piposunu keyifle sarkıtan güngörmüş kaptanlar gibi maharetli olduğumu düşünüyorum: içgüdülerim çok az yanılmış. can dostlarıma bakıyorum da, çoğuyla uzun yıllardır sınanmışız beraberce. dostluğumuzun sağlamasını – iyi ve kötü günüyle; kahkahasıyla ve kederiyle - hayat ve zaman yapmış zaten bizim yerimize…

gülden’le bizi de, hayat sınamıştır hep: hem beraberce, hem ayrı ayrı.
ama,maalesef, daha çok onu…

ben gülden’e “boncuk” derim: boncuk mavi gözleri ne olursa olsun, ama ne olursa olsun yanımdadır, bilirim. ahlakın plastikleştiği zamanlarda yaşadığının bilincinde iki dost, hep dert ortağı olmuşuzdur o yüzden: asla suç ortağı değil… evinin bahçesine dökülen dertlerimi akşamüstleri tatlı tatlı esen rüzgar, yapraklarla beraber süpürüp götürmüştür sayısını anımsayamadığım kez. zaman zaman aralarına karışan sırlarsa, özenli evsahibim tarafından itinayla alınıp; kimsenin bulamayacağı manevi yüklüklere kaldırılmıştır. o evin bahçesi, o rüzgar; sabah kahvaltıları,öğlen limonataları ve akşam şarapları çift diplomalı bir terapistten daha faydalı olmuştur bana- ve bir çok başka insana.

o bahçe, benim maneviyatımı tamir ettiğim bir adadır. boncuk’un kahkahası illa çınlar,illa ortak mirasımız turgut’la bütün böcekler hayranlıkla izlenir; illa çok konuşulur – bazen de susulur : boncuk, ne zaman konuşacağını bildiği kadar, ne zaman susacağını da bilecek kadar iyi bir dosttur çünkü. sanırım, ben de zaman zaman bir ada olabildim dostuma…

dedim ya, aslında ben kalabalık bir adamım- aynı oranda da şanslı.
çünkü, dört buçuk yaşındakı turgut’un o inanılmaz tanımlamasıyla hayatımı “güzelten” bir boncuğum var…



*bu yazı, gülden’in doğum günü için yazıldı.dostlarıma verebileceğim en sahici hediyelerim: cümlelerim… ece, gülben, tanya, gülden: şimdiye kadar yazdıklarım… daha yazacaklarım da var elbette, zamanı geldikçe: dostlarım için güzellemeler…çünkü, hayatımı “güzelten” bu insanlara bazen yeteri kadar söyleyemiyorum sanki onları ne çok ve nasıl sevdiğimi. o yüzden,her zamanki gibi dilim yerine yazım söyleyecek bendeki hakikatı…

Pazar, Haziran 20, 2010

anımsamalar: ismail hakkı


yedi yıldır babalar günlerinde siyah bir mermerle konuşuyorum: bazen akıl danışıyor, bazen kızıyor, bazen gülüyor, bazen de sadece susup saygıyla dinliyorum. yedi yıldır, siyah mermer orada beni – bizi – bekliyor. sesimi(zi) özlediğini biliyorum, bizi özlediğini…
ismail hakkı hep kara koyun oldu hayatı boyunca. o yüzden, mezarlıktaki onca beyaz mermerli mezarın içindeki tek siyah taşın ona ait olması şaşırtıcı değil. aksi olsaydı şaşırtıcı olurdu aslında ama: tek düzeliğin içinde sessizce kaybolup gitmeyi kimse yakıştıramazdı ismail hakkı’ya… konu ne olursa olsun, ama gerçekten ne olursa olsun, hep öteki olmayı becerebilirdi. sanki , tanrı ona bu konuda özel bir yetenek vermişti…
kara koyun: ismail hakkı: babam…

hayata “eyvallah” çekmeden önce, defalarca hoca, namaz, dua istemediğini; kendisini şöyle şahane bir rakı sofrasıyla yolcu etmemizi istediğini söylerdi. istediğini yarı yarıya gerçekleştirebildim ancak: duadan sonra – ne yapıp edip “laikçe” bir hoca bulunmuştu ama- adet olduğu üzere havluya sarılmış “hediyeyi” uzatırken hocaya genişçe gülümsemiştim. adam, sanırım acı ve üzüntüden sinirlerimin bozulduğunu düşünüp, bu gülümsemeyi mahcup ve biraz da anlamaz bir tebessümle yanıtlamıştı. oysa benim aklımda hep ismail hakkı’nın ruhban sınıfı hakkındaki eleştirel ( buradaki “eleştirel”in bol cinsel çağrışımlı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?) yorumları ve hocaya verilecek paralarla kurulabilecek çilingir sofralarının yüzölçümleri konusunda ince mühendislik hesapları içeren söylevleri vardı.
o ilk birkaç günden sonra , bütün bu dua-başörtüsü-kıymalı pide seremonisinin ardından; sanırım ilk önce eniştem mutfaktaki masanın kenarına iliştirilmiş tabaktaki bir parça beyaz peynir ve bir duble rakıyla babamın vasiyetini yerine getirmeye başlamıştı. onu yakın arkadaşlar izlemiş, giderek arapçanın bir süreliğine anadil ilan edildiği ev, mutfaktan başlayarak diğer odalara ve hatta terasa yayılan başka bir dille dolmaya başlamıştı: kadirşinaslığın,hüznün, ekabirliğin, sevginin, acının ve özlemin karışımı bu dili, şimdi cümlelerle açıklamama pek olanak yok. sadece, giderken biraz hüzünlü de olsa bize sarılan bir adamın gülümsemesi gibi bir dildi bu- ama ( ve mutlaka ) gülümsemeyi ve gitmeyi içeriyordu. saatler saatleri ve günler günleri kovaladıkça; geleneklere hürmeten mutfağa kurulan masa da giderek büyümüştü. özlemin büyüklüğüyle herkes onunla ilgili bir anısını anlatmaya başladığında ortaya çıkan sonuçsa; kahkahalar olmuştu. ismail hakkı yine muzipliğini yapmış ( onu en iyi tanımlayacak sözcüklerden biri “muziptir” sanırım ) bizi ele güne rezil etmişti. bu kadar çok gülünen başka bir cenaze evi görmedim, göreceğimi de pek düşünmüyorum açıkçası….dışarıdan bakıldığında, anlayışsız gözlerin, bilhassa kalplerin kınayacağı bu manzara, dostlarının ona ne kadar da layık olduğunu gösteriyordu bir bakıma. onu, hakettiği gibi uğurluyorlardı: istediği gibi…
aslına bakılırsa, bu kahkahaları biraz da korkumuz besliyordu. insanın “nisyan ile malul” olduğunu bildiğimiz için, unutmaktan korkuyor; herkes onunla ilgili en güzel, en tatlı anını/anısını anlatıyordu ki, hiç unutmasın, unutulmasın. ismail hakkı sağolsun, bu konuda herkese oldukça cömert davrandığından ve de muzip bir çocuk olmayı 57 yıl boyunca bırakmadığından bu anıların çok da kolay unutulacağını sanmıyorum. yine de bir gün bunların hiç değilse bir bölümünü bir araya getirmeli diye düşünüyorum. büyüyüp yazar olursam bir gün eğer…

bütün bunlarla beraber, bir şeyin yanlış düşünülmesini istemem: evet, ismail hakkı yaşamanın tadını bilir ve severdi ama dedim ya, o hep kara koyun olmayı seçmişti: sevgili yoldaşı taylan özgür’ün adını bana miras bırakmış, bütün umuduyla değiştirebileceğine inandığı bir dünya için işkencelerden geçmiş, hapislerde yatmıştı. haklıyı haksızı bilmeye, anlamaya çalışmıştı.adalete, hakka, insanca yaşamaya inanmıştı. yaratıcı bir mühendis olmuş, nevi şahsına münhasır bir çok yenilik geliştirmişti…

iyi bir baba mıydı: bana göre, ismail hakkı hiçbir zaman dünyanın en iyi babası olmadı. zaten olsaydı, o zaman ismail hakkı olamazdı. ama, bütün hatalarıyla ve günahlarıyla, onun da bir insan olduğunu kabul edeli uzun zaman oldu. her ne yaptıysam affetsin, her ne yaptıysa affettim…çünkü, beni sevdiğini hep bildim ve ne güzel ki, hiçbir zaman bunu söylemeyi ihmal etmedi. “seni seviyorum” diyebilmenin güzelliğini ve erdemini bana o öğretti diyebilirim…
bugün geriye dönüp baktığımda onun ve tabii ki kendine eş seçtiği ve asla vazgeçmediği sevgilisinin, annemin; benim ve kardeşimin hayatını ne kadar zenginleştirdiklerini görüyorum.son yıllarında yakınlaştığımız, birbirimizi daha iyi anlamaya başladığımız için ne kadar şanslı olduğumu(zu) da…

benim bir babam ( hala ) var: o, şimdi siyah bir mermer gibi görünse de uzaktan, muzip gözleri hep üzerimde olacak. biliyorum:yine tuhaf teorileriyle beni çileden çıkaracak, aşkın ne kadar önemli olduğunu anlatacak, gururlu bir çerkes olmakla ilgili hikayelerden bahsedecek ya da gururlu bir insan olmaktan sadece… beni, bizi ve herkesi kızdıracak bir sürü şey yapacak; kara koyun olmayı seçmenin ne kadar büyük bir erdem olduğunu hatırlatacak bir sürü şeyi, inadına yapacak…
ismail hakkı beni hep inadına sevecek: öyle bir inat ki bu, ölmüş olması bile bu inadı değiştiremeyecek…

evet, benim babam beni hep sevecek…


*bu yazıyı yazalı iki yıl olmuş: dokuz yıldır babalar gününde yanımda değil ismail hakkı.yine de, hala gururlandırmayı beceriyor beni.geçtiğimiz günlerde bursa'da açılan ve deniz gezmiş'lere adanan "üç fidan" anıtının açılışında; hapishane arkadaşlarıyla buluştuğumuzda bunu bir kez daha hissettim.bana bakarken gözleri dolan o mert adamlar , sadece bakışlarıyla çok şey anlattılar.
"hafıza-ı beşer, nisyan ile malüldür".çok korkuyorum, babamın sesinin tonunu;rakı kadehini tutuşunu, bıyıklarındaki sigara sarılarını ve bakışlarını unutmaktan...
ismail hakkı'yı ismail hakkı yapan şeylerin; arızalı doğmuş zihnimizden usulcacık silinmesinden...
o yüzden,sürekli onunla ilgili anılar anlatıyorum/anlattırıyorum:çünkü, birisi unutulduğunda gerçekten ölür...
ismail hakkı'yı hala çok seviyorum:şimdi siyah bir taş gibi görünse de...

Cuma, Haziran 18, 2010

ece


bugün, benim kalbimin kara kutusunun doğum günü: bugün, çeyrek asırdır, tüm mağlubiyet ve nadiren de olsa galibiyetlerime tanıklık etmiş; kişisel tarihimdeki tüm önemli noktaları sevecen bir vakanüvis gibi yazmış; hissiyatım konusunda kahin misali geleceği benden önce görmüş; fırtına sonrası limanları kadar sakin sularında yaralarımı sarmış ve hepsinden önemlisi, beni, “ ben” olarak kabul etmiş can dostumun doğum günü…

bugün, ece’nin doğum günü…

ece’yle ilgili ne zaman yazı yazmaya kalksam, kalemimi hep çolak hissederim: yirmi beş yıllık bir dostluğu; yaşadıklarınızı ve yaşantılarınızı , hangi kelimeler yeteri kadar ifade edebilir ki? üstelik, üzerine söz aldığınız insan, kalemi bu denli güçlü, kitaplar yazmış biriyse; işiniz daha da zorlaşıyor. öyle ya: bir yazara, hem de mesleği yazarlık olan birine kelimelerle hediye vermeye çalışmak; kuyumcuya hediye olarak altın vermeye benzemez mi?

yine de, ece bilir: kalemim sürçse de, kalbim sürçmez ondan bahsederken…

elbette, daha önce kelimelerden hediyeler yapıp verdim ona: ilk romanını yazdığında, tıfıl bir köşe yazarı olarak onunla ilgili bir yazı yazmıştım. o yazı çerçevelenip duvara asıldığında mesela, ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. bir keresinde de, yine doğum günü için “(G)ece’ye…” diye bir öykü yazmıştım, onun ruhundan parçaları katarak içine.zaman içinde başka şehirlerden, başka ülkelerden, başka insanlardan mektuplar yazdık birbirimize.kartlar attık,notlar bıraktık ama birbirimizi kelimelerden azade hiç kılmadık. ne olursa olsun, yirmi beş yıldır birbirimize doğru yazmaktan hiç vazgeçmedik ne mutlu ki…
artık el yazımızı daha az kullanıyoruz. inatçı ihtiyarlar ya da nostalji bağımlısı pespaye romantikler gibi fetişleştirmiyoruz mürekkebi. yine de, doğruya doğru, el yazılarımızla karşılaşmayı da çok seviyoruz. dijital ya da mürekkeple: gerçek olan şu ki,ergen olduğumuz günlerden beri, yazı, hep en önemli köprümüz oldu.hem, kaç kişiyle aynı şehirdeyken mektuplaşırsınız ki?

o yüzden, yazıya da teşekkür borçluyum: can dostumu mümkün kıldığı için…

farkındayım, çoğu zaman yazdıklarımda belirgin bir sepya rengi var. kalemimden bulutlar geçiyorsa, bunların nedenini bilen insandır ece. ama, bir yandan da kahkahaların çınladığı o kadar çok zamanımız geçti ki beraber. çok güldük, çok eğlendik , bir bölümü majör bir bölümü minör sayısız delilik çalışması yaptık.yani,sadece kelimelerle var etmedik bunca yılı: beraber gezerek, yiyerek, içerek ve en çok da gülerek karılmıştır bu dostluğun harcı…
ece, bana “koşulsuz güven”in ne olduğunu izah etme melekesine sahip ilk insandır. bir gün, başıma bir şey gelirse eğer, tüm defterlerim ona verilsin isterim.çünkü, o sayfaların toplamından bir tek ece’nin manalı bir sonuç çıkaracağını bilirim. bilirim ki; o cümlelerin tamamında onun da hakkı vardır.tıpkı, benim üzerimde olduğu gibi…
bugün, ece’nin doğum günü: nice doğum günleri olacak, nice cümleler kurulacak, nice aşklar geçecek belki.

ama,biliyorum ki, ece hep kalacak…

Cuma, Haziran 11, 2010

aşkı tedavi yolları


aşkın doğası üzerine bilimsel makaleler yazan/yazabilen insanları gerçekten o kadar kıskanıyorum ki...yani bütün o hormonlar, nörotransmitterler, endorfin patlamaları, enzim salgılamaları filan, ne de güzel açıklıyor her şeyi...

maneviyatin temelde kimyasal bir sürece indirgenmesi , aslına bakılırsa insanlık için önemli bir adım:önümüzdeki dönemde hissiyat haplarının iyiden iyiye yaygınlasacağı öngorülebilir. kaldı ki, zanax ve prozac bu yolu yavaş yavaş açmaya başlamadılar mı: reçeteyle alınan mutluluklar...

aşk acısını ortadan kaldıran ilaçların yapılacağı günler de yakın. o yüzden şimdiden tedbirli olmak gerekiyor: örgutlenmek ve ilaç monopollerine karşı güçlü olmak...çünkü, sosyal devlet kavramının giderek global kapitalizme yenik düşmesinin bedelini, gelecekte, o ilaçları almaya gücü yetmeyecek cemiyetin kimi bireyleri ödeyecek ne yazık ki...

çokuluslu şirketler tüm dünyada sosyal adalet duygusunu bu kadar yok etmeseydi, o zaman devletler kalplerinin üzerinde kırmızı harflerle "fragile" yazan bireyleri için çok ucuza ya da bedava ilaç dağıtabilirdi. koruyucu hekimlik çalışmaları dahilinde genellikle kendi ruhsal varoşlarında yaşayan bu vatandaşlara, hastalığa yakalanmadan hemen önce müdahale edilebilirdi.sozgelimi, içe isleyen bir bakış ya da benzeri olmayan bir öpücükten hemen sonra bir "ertesi gun" hapı alınabilirdi. bu bireylerin yaşadığı varoşlarda sosyal merkezler kurulur, dönüsümlü kağıda basılmış farklı renklerdeki broşürlerde "hastalıktan" korunma ile ilgili bilgiler verilirdi...

ama, varoşlar hep başbelası yerler olagelmistir.devletin şefkatli yardim elini geri iten ayrıkotlari yaşayacaktır buralarda: tüm ruhunu, ruhuna mana katan şeyleri muhtelif renkteki haplara tahvil etmeyi reddeden toplum düşmanları ....emin olun, izbe arka sokaklarda, rögarlardan yükselen buharlar arasında kapıları gizlenmiş dövmeci dükkanlarında buluşacaklar hep...

çünkü bilim, kalbe gözlerle yapılan bir dövmeyi asla silemez...


* fotoğraf barcelona'da çekildi.

Cuma, Haziran 04, 2010

anavatanım


işte, şimdi, buradayım: doğduğum topraklara, anavatanıma dönmüş gibiyim.
ben de, bu ağrı neden diyordum yıllardır süren… özellikle yağmurlu havalarda ruhumun sızlaması neden ve neden siyah beyaz filmlerdeki suretlerin geçmesi gözlerimden sürekli?..
buradayım: eğilip toprağı öpecek kadar özlemişim burayı ve farkediyorum ki, toprağın beni öpeceği kadar buralıymışım meğer. meğer, memleket hasretiymiş hüznü farkında olmadan yakama iliştiren.
gurbetteydim, artık anavatanıma döndüm ben..

*fotoğraf bursa, gölyazı'da çekildi.

Pazartesi, Mayıs 10, 2010

aliş sebebiyle yeniden: define(m)


tanya'ya...ve ersin'e... (ve artık, bir de aliş'e)

yüzünün yarısını kapsayan bir deri bantı ve kesik bacağını yere bitiştiren bir tahta parçasını imitasyon organ olarak kullanan korsanlar gibi, kendi define(leri)mi gömdüm hep ben. tüm o savaşların kanlı anısı olarak eksilse de organlarım, yüreğimi imitasyonuyla hiç değiştirmedim...
yıllar içinde, şarapların testiyle içildiği tekinsiz liman meyhanelerinde, eskimiş parşömenlere çiziktirilmiş define haritalarım elden ele gezerken; bütün o değerli şeylerin benden alınamayacağını bilmenin rahatlığı içindeydim hep.

çünkü, ancak kalbimin pusulasını kullanarak bulabilirsiniz onları...

yıllar ve yıllar sonra, gömdüğüm define sandıklarından birinin başındayım şimdi, belki masif gövdesi zaman tarafından imzalanmış ( ama ne yalan söylemeli , bu ona ayrı bir güzellik katmış ) ama içindekiler hep aynı : şu köşedeki yakut kahkaha hala aynı mesela, ya da pırlanta gibi parlayan şu cin bakış...altın kalp, sandığı gömdüğüm ilk günkü gibi duruyor, zümrüt zeka da öyle. yaşama sevinci elmas bir broştur hep, göğsün sol tarafına tutturulan...

hazine, gerçekten hazineyse eğer, hep değerlidir içindeki mücevherler...

ama, yine de şaşırtıcı bir bir tarafı var başında durduğum sandığın:sandığı gömerken şu küçük, güzel taşı koyduğumu anımsamıyorum ya da şu güngörmüş safiri. oysa ne kadar güzeller. safir taş , başka türlü bir huzur duygusu veriyor. ona bakarken yumuşak bir ayna tutuyor bana: kendi değerime bakmamı sağlayan...
sanki, birisi beni ödüllendirmek istemiş, yıllar süren sabrımın erdemi yüzünden. definem kendini ve beni çoğaltmış: uzun zaman sonra kavuştuğum define, onu gizlediğim günden de zengin kılıyor beni.
şimdi, artık, bunu kutlamak için kendime mahsus kutlama törenimi başlatabilirim:

define sandığımla beraber (yeniden) deli dansı yapabilirim...


* bu yazıyı, yaklaşık iki yıl önce, tanya ve hoca için yazmıştım. geçen iki yılda, definem değerinden hiç kaybetmedi: aksine,daha da kıymetlendi insani değerlerdeki enflasyona inat.çok zaman geçirdim define odasında: insanın güzel bir kalpten gözü kamaşır mı? kamaşırmış demek,iyice hatırladım oradayken.
o safir taşıysa, olanca sabrıyla çoğu zaman deniz feneri gibiydi kendimi kaybetmeyi becerdiğim dalgaların arasında.tanya ile ersin, benim ömrümde gördüğüm en şahane çift olsa gerek: bazen, aşka olan inancımı sadece onlara bakıp koruduğum oldu.şimdi, defineye bir küçük elmas parçası katıldı: canımız alişimiz...
uzun, sağlıklı ve mutlu bir gelecekleri olsun beraberce; beraberce yiyip içelim yine, yine bol kahkahalı sohbetler ederken, ersin'le "dümenden polemikler" yapıp, tatlı tatlı atışalım.yine pusulam şaştığımda dönüp bakacağım nirengi noktam olsunlar ama pusulam da şaşmasın benim. aliş büyüsün de, sevgili annesiyle birlikte "emeksiz dayı"sı "deli dansı" öğretsin ona.
define, bu korsan ruhun hep yanında olsun...
kalplerinden öpüyorum üçünü de tüm sevgimle...


** tanya, aliş ve beni; aliş'in geldiği gün sevgili alara fotoğrafladı, kadıköy şifa yurdu'nda...

Cuma, Mayıs 07, 2010

derinlik sarhoşluğu


bugünlerde kendimden geçerek kendime gelme çalışmaları yapıyorum. bu çalışmalar hatırı sayılır bir alkol müteahhitliği, kırık kalpler, zedelenmiş bir omuz ve ciddi bir kanamayla sonuçlandı: manevi olarak da...
sanırım dibi arıyorum, şu klişe cümledeki gibi ( ki bir şey klişe olmuşsa doğruluk payı yüksektir ) dibe vurup, dipten güç alarak yükselmek istiyorum belki de... ama benim yeni farkettiğim çok derin sularda yüzdüğüm, ne kadar da açılmışım farkında olmadan.
dibe doğru indikçe, aslında yükseldiğimi düşüneceğim. derinlik sarhoşluğu başlayacak giderek. ve nihayet dibi bulduğumda, "le grand bleu" deki gibi, kendimi, artık balık zannedeceğim...
hep dipte kalmak isteyeceğim: aslında istediğimden değil:

balığın doğası bu olduğundan...

Çarşamba, Nisan 21, 2010

kendimden (k)alıntılar


“bükemediğin yüreği öpeceksin…”


“tuhaf hikayeler uydurmayı, ya da tuhaf hikayeler uydurmayı becerebileceğimi uydurmayı seviyorum. "tuhaf" kelimesinin bana tuhaf bir biçimde yakıştığını biliyorum: ya da, belki de, sadece uyduruyorum...”


“bir latin amerika ülkesi gibiyim: kan(ım)la yazılıyor tarihim...”

“meğer ne ağır yükmüş kalp: o yüzden mi iki kişi olmadan taşınmıyor bazen?..”


“sevdiğim her kadın zarif birer çıkarma işlemiydi: eninde ( ve elbette sonunda ) beni eksiltip gitmişlerdi…”


*fotoğraf bursa/misi köyü'nde çekildi.

Perşembe, Nisan 15, 2010

rosebud


mermer bir bankonun üzerinde, pamuklar koyulmadan – yumuşaklığı unutmasın tenim diye – önce; çenemin tülbentle bağlanmasından az önce, ben de, kendi rosebud’ımı söyleyeceğim elbette: filmi biliyorsunuz, şaşırmayacaksınız o yüzden ağzımdan çıkan son cümleye...

Pazar, Nisan 11, 2010

bana bahar geldi


( bana ) bahar geldi- sayenizde. mevsim normallerinin bir altında; bir üzerinde havalar, kalp atışım zaten normalin çok üzerinde: sayenizde...kemalettin tuğcu kitaplarının çocukluğumuzu yaraladığı gibi yaralamış ruhlarımızı kısa süren kış; depresyonist akımdan cümle örneklerinden sıkılmışız...
bu kadar rastlantısal bir baharın geldiğine hiç rastlamamıştım daha önce. bir antik çağ limanı gibi huzurlu bir baharla karşılaşmamıştım, antik çağlardan bu yana...
hiç çiçekler beni toprak sanıp, göğsümde açmamıştı. böyle bir bahar gelmemişti.
(bana) bahar geldi-sayende/sayenizde...



*fotoğraf prag/old town'da çekildi...

Çarşamba, Nisan 07, 2010

bakışlarım



kişisel tarihimde karşıma –sıkça- çıkan bir tespittir: bakışlarım, hissiyatım ve ruhum hakkında, acemi bir suçludan daha fazla ipucu bırakıyormuş ortada… bu hep şaşırtmıştır beni:çünkü hepimiz gibi, bir tane ben yok ki benden içeri.

kimisi mesela, çok kızgın, neredeyse öfke dolu baktığımı söyler hiç beklemediğim bir anda.oysa, o anda hiç de öfkeli değilimdir. hatta kimi zaman, neredeyse hayata pes ettiğim anlarda söylemişlerdir bunu. kimbilir, belki de gördükleri, defansa çekilmiş bir boksörün, yumruk atamadığı anlardaki o çaresiz öfkesidir…

kimisi muzip baktığımı söyler: doğrusu bu ya, bazen gerçekten de muzip bir adamımdır. başka türlü olsaydım, sanırım bu kadar kan kaybıyla yaşayamazdım da...

kimisi de, gözlerimden geçen bulutların çokluğunu söyler bana: hüzünlü baktığımı. “hüzün” artık içi boşaltılmış gibi gelse de çoğumuza; bazen çok da sahici olmayı beceren bir kelimedir aslında. hepimiz, insana dairliğini yitirmemiş hepimiz, bazen, dayak yemiş sokak köpekleri gibi bakarız zira: şimdi, sıcak bir yuvada olsak da…

kimisiyse, bakışlarımdan düpedüz rahatsız olur: dik dik, gözlerinin içine bakarak, sanki unutulmuş bir çağın şamanı gibi, o esirgenmiş ruhlarını ele geçirmemden korkmakla ilgili bir şeyler mırıldanırlar: oysa, o noktada tutsak benimdir; anlamazlar.

bazı zamanlarda, ben de aynaya bakıp, anlamaya/anlamlandırmaya çalışırım bakışlarımı.aynadaki benin bakışlarını tercüme etmeye çalışırım.bu antreman bir yere kadar yarar sağlar, nihai noktada işe yaramaz ama: çünkü, insan kendi kendine aşık bakamaz …

yine de, aynanın bana söylediği şeyler vardır: bakışlarımdaki izleri görürüm orada: hem yaraları, hem de tendürdiyotlardan arta kalan, geçmeye yüz tutmuş o turuncu renk katmanlarını.bir de savaşmaktan, çıplak kalmaktan korkmadığımı görürüm o aynada.ama ne olursa olsun, zahmete değer bulurum bakışlarımla ilgili bu merağımı… her şeyden ama her şeyden soyunacak kadar cesur olup olamayacağımın yanıtı oradadır belki de. belki de, bakarak bir kalbe değip değemeyeceğimi merak ediyorumdur.

ya da, düpedüz, istediğim: bir bakışın kalbime değmesidir…

Cuma, Nisan 02, 2010

anımsamalar :flu


"(resmi) flu çektim çünkü kalbim nesneleri ve hadiseleri olanca netliğiyle göremeyecek kadar hassas..."

bu cümleyi, hem de farkında olmadan şakalaşırken kurmuşum: insan nasıl şaka yaparken böyle bir cümle refleks gibi aklına düşer, neden sonra bunu düşünmeyi akıl edebildim...
yıllar ve yıllar önce, kendimle çok amansız ( ve bir o kadar nedensiz ) bir hesaplaşma sürecindeyken, bir tür gri ışıkla besleniyordum sanırım. "depresif florasan grisi" diyebileceğimiz bu ışığın, aslında beni nasıl zehirlediğini, bu zehrin yıllar sonra bile yan etkilerinin ortaya çıkabileceğini hesaplayamıyor insan o dönemlerde...
sonra, işte böyle beklemediğiniz bir anda ortaya çıkıyor bu yan etkiler: son derece neşeli hatta geyiksel bir düzlemde bile kurduğunuz cümleler, özene bezene yazılmış bir intihar mektubundan parçaları andırıyor. daha önce de yazmıştım, "artık ağlak ve muğlak şeyler yazmak istemiyorum" diye... ama, ne yaparsam yapayım, o gri ışık içimde bir yerlerde kalmış demek ki... o yüzden , biraz onun kalıcılığını kabullenmeli, biraz da ciddiye almamayı; orada değilmiş gibi yapmayı bilmeliyim. gri ışıkla beslenen o genç adamı sevdiğim kadar, onunla dalga geçmeyi de öğrenmeliyim. sanırım o zaman gerçekten o genç adamın yaşadıklarının bir anlamı olacak.
o zaman o genç adam bir erkek olacak...

post scriptum: flu fotoğrafları gerçekten de çok severim...

Çarşamba, Mart 24, 2010

alice'in küçük öyküsüne ek: kravat*


kravat, ölümcül bir süreçtir: ne kadar klişe bir imge, kravatın yaşamdan firar edenlerin kullandığı kalın sicimleri hatırlatması-klişeyse, doğruluk payı çok fazladır.fi tarihinde, yani filattan önce, benim beyaz atlı bir prensesim vardı- herkesin bir zamanlar olduğu gibi. hepiniz yaşamışsınızdır, aşık olmanın, canki olmaktan farklı olmadığı zamanları;işte öyle zamanlardı.asla kravat takacağımı düşünemezdim, hep sahilde deniz kabuğu toplamak, yazı yazmak, görüntüleri kurgulamak ve günün birinde çocuğumu kucağıma alma hayalini kurmak yeteri kadar mutlu ediyordu beni. sonra, bir sürü şey oldu, bilirsiniz: hayallerin yıkılışı, duygusal özürlülüğün devreye girişi,ölümler, yolculuklar, özellikle sırtlara saplı durduğunda daha da cerzebeli görünen hançerler, vs.:ve ve saire.o zaman, intihar iyidir, demiştim: bildiğim en soysuz intihar biçimini seçmiştim; kravatı- her anlamda...
şimdi okuldan kaçmaya karar verdim yine, yıllar ve yıllar önce yaptığım gibi. bütün kravatlarımı ceketlerimin ceplerine tıkıştırıp, orada olduklarını unutacağım. ipek de olsa zihnime dolanan bir ipten kurtulacağım.
ben, artık, hayal kuracağım...

*http://alicevekurtlari.blogspot.com/2010/03/yakisik.html deki yazıyı tamamlayan bir metni, uzun zaman önce yazmışım meğer:ya da o, benimkini tamamlamış...

Pazartesi, Mart 22, 2010

anımsamalar: masal anlatıcıları


girdiğim mezarlığı kateden o uzun yolda yürürken, küçük bir tabela ilişti gözüme: "h.c. andersen". okun işaret ettiği bakımlı patikadan biraz ilerlediğimde, iddiasız ama yine de ayrıksı bir mezar taşı karşıladı beni. hemen karşısındaki banka oturdum, eski bir dostun evindeki bergere oturur gibi... gibisi fazla aslında: bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayanların hemen hepsinin eski dostuydu andersen. onun masalları, taze gri hücrelerime o kadar kuvvetli nüfuz etmiş ki; hiç aklımdan çıkmadılar. belki de, şimdinin izlerini o günlerde aramak gerekiyor: ne kurşun asker, ne de küçük kibritçi kız muratlarına eremediler. masalların mutlu sonla bitmeyebileceğini ve çok hüzünlü masallar olabileceğini andersen'den öğrendiğimi farkettim orada otururken. okumayı yeni yeni söktüğüm zamanlarda, küçük kibritçi kız için döktüğüm göz yaşlarını anımsadım. küçük kibritçi kız gibi ruhumun üşüdüğünü bir de...


sonra, eski dostumla konuşmaya başladım. ( evvel ) zaman içinde benim de bir masal anlatıcısı olduğumu; kendime cümleler ve hislerle dünyalar kurduğumu anlattım andersen'e. kendime masal anlattığımı...anlattığım masallara inandığımı...masallar yaşadığımı anlattım ve bir zamanlar aynı masallara inandığımız, aynı masalda yaşadığımız birilerinin varlığını...


iki masal anlatıcısı, karşılıklı oturup sessizce bir soruyu paylaştık: "neden masallara inanmıyor artık insanlar?". sonra, açan güneşin ışıldattığı kuzey göğünün altında kibarca ama sevgiyle vedalaştık. olması gerektiği gibi...


şimdi, birisi sorsa nasıl bir hayatım olduğunu, "masal gibi" diyeceğim...


bir andersen masalı gibi...

Perşembe, Mart 18, 2010

"who the fuck is alice?"


son zamanlarda kalbime en değen cümleler, onun cümleleri: defalarca okuyorum. -bana göre- küçücük başyapıtlar yazıyor; toplamda çok az yazısı var oysa. "hap kadar öyküler" diye bir toplama soyundum; kısacık metinlerle anlatmak istiyordum anlatacaklarımı. oysa o, bir "nano öykücü" neredeyse. bir kaç cümleye hikaye sığdırma becerisi inanılmaz -yine bence-. öyle ki, kendi hikayelerinden başkasını filme çekmemiş/çekmeyi düşünmeyecek ben; kafamda onun hikayelerini görselleştiriyorum.
adı alice; ama gerçekte kim olduğunu bilmiyorum: bloglarda gezinirken yollarımız kesişmiş.bazen, okumalardan sonra soruyorum: "who the fuck is alice?"*
alice:kalbime ( ve aklıma ) değen cümlelerin yazarı...
*alice'in blogunun başlığı

GEZGİN
Kapı çalınmıştı, açtığımda sırt çantasıyla karşımdaydı. Bir süre durdu. Tam içeri adım atacakken, bir göz gezdirdi ve geriledi. "Yok yok, ben vazgeçtim, devam edeceğim." dedi. Saçlarımdan öpüp uzaklaştı.
Dün yine mektubunu aldım, yine cevap yazamayacağım. Adresini belirtmemiş, belki de yok. "Bal rengi saçlarından öpebilirim" diye bitirmiş. Halbuki artık beyaz saçlarımdan öpebilir.

http://alicevekurtlari.blogspot.com/

Pazartesi, Mart 15, 2010

pisikopatinin mimi ya da 7 tuhaf şey...

pisikopati sağolsun çok "kazık" bir mim yollamış: bilenler bilir, blogger olmanın “teamüllerinden” biri de bu mimlere uymaktır. buna göre “kendimle alakalı 7 ilginç şey” yazmak zorundayım. bir açıdan bakarsanız, yetmiş tane de yazabilirim; bir açıdan bakarsanız bana ilginç gelen şey size ilginç gelmeyebilir.ayrıca "ilginç" benim için çoğu zaman "tuhaf" anlamına geldiği için, bu listeye "taylan'ın tuhaflıkları" da diyebiliriz bir bakıma...
işte bu da benim mimim...

1- nesnelerle ya da parayla ilişkim çok kuvvetli değildir.bir konu dışında:kitaplarım…kimseye kitap vermemeye çalışırım, eğer kıramayacağım biriyse, kitabı verir, unutur ve hemen yenisini alıp kütüphaneme koyarım.

2- kulakla oynarım.bu,çoğu insana bayağı garip gelen bir huyum farkındayım.o yüzden çok yakınım insanlar dışında kendimi bu konuda engelliyorum. ayrıca oynanacak kulağın da kriterlere uygun olması gerekiyor:soğuk olması şart mesela.işin ilginci, bu genetik bir durum…dedem, dayım ve en küçük kuzenim de kulakperver kimseler…

3- yatak odamda çok çok nadir uyurum, genellikle salonda kıvrılıp kalmayı tercih ederim.

4- pisikopati gibi ben de solak olmayı –nedense- bir ayrıcalık olarak görürüm.kendimden alıntı:
” solağım ben: Yüreğimin yanında aklım… siyaseten ve aklen bedelini dönmenin soluna, öderim elbet; umurumda değil, zaten sabahları da solumdan kalkarım ben. ters köşeye yatmaz ama yüreciğim – sırf siz kendi helal tarafınızı işaret ettiniz diye…”
sizin haramız helaldir bana. sizin günahınız en yüce sevap…
ben soldayım- yüreğimin yanındayım.”


5- kendime dair geleneklerim/ritüellerim vardır ve bunlar bazen alçakgönüllü bir folklöre kadar varabilirler.yurt dışında bir yere gittiğimde mutlaka ece ve gülben’e el yazımla kart atmak ya da tanya’yla deli dansı yapmak bunlardan bazıları…

6- haklı olduğuma inandığım konularda her şeyi yapabilirim.üniversitede haksız yere sınıfta bırakılmaya çalışıldığımda, bir bidon benzin ve çakmakla okula gidip, kendimi –ve okulu- yakmakla tehdit etmiş….ve sınıfı geçmiştim.

7- bunca şeyden sonra bile, hala “aşk” a inanırım…

Pazartesi, Mart 08, 2010

anımsamalar: basılmayacak bir aşk roman(s)ından otobiyografik parçalar

...."kadınlarla olan ilişkim gerçekten de tuhaftı: sürekli etrafımı onlarla çevirmeyi beceriyor ama onlardan bir biçimde uzak duruyordum. çok istesem bile bana ulaşamıyorlardı. başlangıçta bunu gizli bir utangaçlık sanmıştım ama aslında değildi: içmeden - çoğu zaman çok içmeden - karşımdaki kadınları güzel, zeki ya da çekici bul(a)mama gibi bir sorunum vardı. belirli bir seviyeye kadar hoşlanabiliyordum elbette. zaman içinde bu hoşlanmaları aşka dönüştürmeyi becerecek kadar hayal gücü gelişmiş ve aşk budalası bir adamdım...aslında buradaki "aşk budalası" tanımlaması bile kendime gereksiz paye vermek olur. Çünkü, bu aşk budalalığı, yoğunalkolyoğunduygusallık etkisiyle ve genellikle ..m budalalığıyla sonuçlanır; terli uyanılmış sabahlarda yanımdakiler sanki "anlat bakalım, nasıl düştün bu yola" der gibi bakarlardı...

paraya değil, biraz duygu kırıntısına kendini satan orospulara verilen özel bir ad var mı, bilmiyorum..." .....




....."ben işleri karmaşıklaştırmayı hep sevmişimdir.yani, bana bir şeyi basitçe anlat derseniz, anlatamam. konuşmamın ya da yazdığım yazının içinde bitmez tükenmez parantezler açar; bir tür göndermeler imparatorluğu kurar; lafı şatttülarap'tan dolaştırır öyle getiririm. bu gerek yazılı gerek sözlü metinler için kabul edilebilir hatta hoş bir şeydir ki- ben de bunu savunurum.

ama işin acıklı yanı, hayatımı da böyle yaşamamdı...".....

Perşembe, Mart 04, 2010

anımsamalar:protez


ikame kültürüne bayılıyorum: onun yerine, bunu verelim; kalbiniz rahatsız mı etti, protezini yapalım...
antitezleri olmayan kavramları kabul edemediğimiz için protezlerini yapıyoruz. manevi plastikten putlar yapıp, onlara tapıyoruz... giderek biyonikleşiyor hissiyatımız. giderek daha dirençli, daha kurşun işlemez oluyor kalplerimiz. kendimizi böyle güçlü zannediyoruz.
"politically correct"iz: sakat insanlara acıyan gözlerle bakmamamız gerektiğini bilecek kadar medeni; ama yüreklerindeki sakatlığı protezle değiştirmeyen insanları anlayamayacak kadar vahşiyiz. sakatlanmış tüm o yüreklerin, tarihin unuttuğu bir müzede saklanması gerektiğini düşünüyoruz.

protezlerimizi,ah, ne de çok seviyoruz...



*fotoğraf, aarhus modern sanatlar müzesi'nde çekildi.

Salı, Mart 02, 2010

nanik

hidayete ermiş miydin yani böyle olunca: boyun uzamış; heyecandan ritmi şaşıran şişman davulcunun da yer aldığı bandonun gürültüleri ve şaşaalı bir devlet töreni eşliğinde gelen resmi heyet, havai fişekler patlarken madalya mı takmıştı sana? kırmızı, parlak, rugan ayakkabılarıyla, bayram günü ip atlayan, saçları iki yandan toplanmış ekose etekli kızların edasıyla, dudaklarını iyice yuvarlak yapıp “oooh” çekmiş miydin; ellerini açıp, sesle senkron göğsünden aşağı indirerek? şampiyonlar ligi kupası’nı vermişlerdi sana, toplumun sevgilisi yapıp, rating rekorları mı kırdırtmışlardı? tüm akademik ünvanlar, YÖK’ü bile kıskandıran bir kolaylıkla mı verilmişti, çift fırfırlı keplerin kol gezdiği amfiden bozma bir toplantı salonunda? bensiz kalma başarısı kutlanmış mıydı yurdun dört bir yanında, dış temsilciliklerde ve yavru vatan kıbrıs’ta?...
bana nanik yapsana...

Cumartesi, Şubat 27, 2010

anımsamalar: prematüre

ben prematüre doğmuşum: altı ay ve üç haftalıkken, cezasını doldurmayı bekleyemeyip, sabırla tünelini kazan bir mahkum gibi, firar edivermişim annemin rahminden. cenin aklımla neleri düşünüyordum o anda, bunları bilmem mümkün değil- ama düşündüğümü biliyorum.
kendimi yeteri kadar güçlü, olmuş sanıyordum belki de. kendi başıma sorunsuz nefes alacağımı, hayatla baş edebileceğimi, yüzüme doğru eğilen suretlerdeki “hoş geldin” gülümsemelerine, küçük bir ağlamayla yanıt vereceğimi düşünüyordum bence.
her zaman boyumdan büyük işlere kalkışmamın nedeni burada gizli olsa gerek: doğduğum anda...sonuçta, bir buçuk kilo bile olmayan, boyu 45 santim bir firari, hayata kaçtığında bunları yapamıyor tabii ki… yakınların endişeli bakışları ve uzaklardan her nedense gelmiş kem gözlü kadınların “çok yaşamaz” fısıltıları arasında küveze alınmışım. beklenilenden az, sadece üç gün kalmışım küvezde. Sonra, düşünü kurduğum özgürlüğe – ve annemin sütüne!- kavuşmuşum. doktorlar, reflekslerim çok güçlü olduğu için hayatta kaldığımı söylemişler.
bazen, annemle ya da yakın akrabalarımla konuştuğumda, ilk anların çok umutsuz olduğunu söylüyorlar. sanırım, bazı tanıdıklar bir süre beklemişler “maşallah” altınlarını takmak için, ne olur ne olmaz diye…
biraz kem gözlü kadınlara inat, biraz da hayata ayıp etmeyeyim diye yaşamayı becerdim sanırım…hayat beni şikayet etmesin diye…
bazı aşklar da prematüre doğarlar. dokuz ay on günde sağlıklı doğabilecek bir bebek, vaktinden önce dünyaya kavuştuğunda yaşamayabilir ya da sakat kalabilir. bazen bu durum önceden öngörülebilir. o zaman, siz ne kadar üzülürseniz üzülün doktorlar size kürtajı önerirler. sağlıklı bir bebek isitiyorsanız eğer, bu riske girilmez. hatta, kimi zaman prematüre bebek sizin hayatınızı bile tehdit eder...sizin yaşamda kalmanız için, onun alınması şarttır. benimki gibi mucize kabilinden bebeklere çok rastlamaz tıp bilimi ve ben istatistiklerdeki çok küçük bir yüzdeyimdir sadece…o yüzden, istisnayımdır, tıpkı bazı aşklar gibi…
bazı aşkların prematüre olacağı bilinir ve istatistiklerdeki küçük bir rakam için riske girmez doktorlar- istisna da olsalar…
bazen, ne kadar istense de ve ne kadar istisna olsa da o bebekler; kürtaja kurban giderler…

Pazartesi, Şubat 22, 2010

anımsamalar: hayal kurma dersleri


aslında, böyle olacağını hiç düşünmemiştim: gerçekten hayal kurmayı yitirebileceğimi hiç ama hiç düşünmemiştim. eskiden kurduğum hayallerin, güneşli bir bahar günü yağmur sonrası toprak kokusunun yarattığı bir tesir gibi bir tesiri vardı üzerimde: bunun nedeni, gerçekleşebileceklerini düşünmemdi.
şimdi, hayal kurma biçimimin bile değiştiğini, belirgin bir üslup farklılığı olduğunu görüyorum. en büyük değişiklik, artık kurduğum hayallere inanmamam. kendimi hayal kurarken yakaladığım zamanlarda, bu hayallerin gerçekleşme ihtimali olmayan kurmaca yapılar olduğunu biliyorum. hayal kurmayı bir tür meditasyon ya da hayatın yorgunluğunu unutmak için bir gevşeme metodu olarak ele alıyorum. yatmadan önce uyku haplarını alan menopozunu çeyrek geçmiş kadınlardan pek farkım yok bir bakıma. kafamın içindeki uğultuyu dindirebilmek için iki draje almam gerekiyor.
uğultuyu dindirmenin en önemli yollarından biri de, alkol bulutlarıyla çevrelenmiş bir sosyallik yaratmak. belki de amacım bir esriklik hali içinde, eskisi gibi hayal kurmayı hatırlayabilmek: hayal meyal hatırlamaya çalışmak.
beynimle değil, kalbimle hayal kurmayı hatırlamak…

* fotoğrafı kopenhag'da çektim, üzerinde biraz oynadım...

Çarşamba, Şubat 17, 2010

kişisel atlas'dan: kish/iran


bundan dört beş yıl önce, iran'ı çok seveceğimi söyleselerdi dalga geçerdim herhalde. ama, bir çok iran seyahatinden sonra, tuhaf bir alışkanlık gibi bende. tahran'ın o büyük enerjisini çok seviyorum sözgelimi. bastırılmışlığın altındaki enerji, şehrin her yerinde çok güçlü hissediliyor: başı örtülü bir istanbul var orada ...tebriz'in kendine özgülüğü ve hazar kıyısındaki sakin akşamlar da hatırımda hep kalacak kuvvvetli ve güzel an(ı)lar...

son yaşanan olayları; bir kaç yıl önce öngörmüştüm aslında: ben çok öngörülü olduğumdan değil ama. orada "mass media"dan uzakta bakma şansını gören herkes bunu farkedebilirdi.umarım, her şey iyiye, "medeni"ye doğru gider iran halkı için: bu kadar büyük bir kültürün at gözlüğüyle boğulması üzüntü verici...

pers kültürünü keşfetmek çok başka kapılar açıyor insana, ortak kültürümüzün ne kadar geniş bir alana yayıldığını görmek de. hayyam'dan mevlana'ya evrenselleşmiş ve hatta türkleştirdiğimiz, şu dünyayı anlamamıza zerafetle rehberlik eden bilgelerin kadim toprakları iran...

yasak olanı yapmanın ne derece çekici olduğunun en sağlam kanıtı: bu fotoğrafı iran'ın en ucundaki kish adası'nda çekmiştim.hayatımdaki en huzurlu manzaralardan birini izliyordum.

ve sanırım, hayatımdaki en lezzetli absolut'u içiyordum...

Cumartesi, Şubat 13, 2010

aziz valentin günü münasebetiyle: taylan'ın ütopist olarak portresi


iki kalp arasındaki en kısa mesafeye "aşk" denir. bize, mektepte böyle öğrettiler... bu yüzden, gerçek aşklar mesafelere dayanıklıdır: hem zamansal, hem mekansal olarak. yazdıklarımın ütopik olduğunu biliyorum: kilometreler ve günler ilişkilerin kurdudur diye düşünüldüğünü de.

ama zaten aşkın kendisi bir ütopya değil midir?..

ben hep ütopyalara inandım. iyi niyetli bir bakış açısıyla "saf" ya da bıyık altından gülerek söylendiği üzere "hayalperest" bulunsam da, ben hep kalbimle düşündüm. aklıyla düşünen bir insan nasıl inanır ki zaten bir ütopyaya?..

kendi varolmayan ülkemi usul usul tasarlayıp kuruyorum her seferinde: iskambil kağıdından kule yaptığımı bilerek. bir tek kupa kağıtları olsun ama , o kağıtların üzerinde kırmızı kalpleri göreyim yeter...

yıkılacakmış: olsun, ben yükselttim ya kulemi...

olsun, ben inandım ya bir ütopyaya...

Cuma, Şubat 12, 2010

acemi

Hayata dair ne çok hikaye biriktirdim, eksiltmek için çabaladığım gri hücrelerimde: Ne çok şiirlendim, ne çok yaşantım hisse çıkarmak isteyene kıssa oldu.Öğrenmesini bilene, acı en güzel terbiyedir. Yaşadıkça direnci artar insanın, ruhunun bağışıklık sistemi güçlenir- ki buna "tecrübe" denir. Tecrübe, korkakların geliştirdiği bir sistemdir. Oysa, korkamayacak kadar aşık olmalı şimdi.
Tecrübesiz kılıyorum artık kendimi: Acemi...

Salı, Şubat 09, 2010

(kendime) taşınma hazırlıkları



bugünlerde, yeni bir eve, bir bakıma yeni bir hayata taşınma hazırlıkları yapıyorum: sanki, kendi kendimden taşınmam mümkünmüş gibi…biraz daha farklı olsun istiyorum, yeni, çıtı pıtı ama aydınlık evim. hiç aklımda yoktu ama, bu kez eski objeler de kullanmak istiyorum: bana, geriye hep ve sadece anılar kaldığından olsa gerek. hem, zaten “antika” bir herif olduğumu söylemezler mi?
işe, annemin bir yerlerde beğenip aldığı, ama bir türlü kullanamadığı eski radyoyu “millileştirerek” başladım. ama, hiçbir radyo, prag’da gördüğüm vitrine beni yapıştıran o güzelim, eliptik biçimli radyonun yerini tutamaz sanırım: tasarımı beni bu kadar çeken; bu kadar özel bir nesne gördüğümü çok az hatırlıyorum. kapalı dükkanın sahibini bulamamıştım da; bayramda harçlıksız kalmış çocuklar gibi olmuştu yüzüm…
beşbenzemez sandalyeler kullanmayı önerdi, öneri hakkı olan biri mesela; altıncısı zaten hazır: dedemlerin evden 60’lara ait bir tonet.gerisi antikacı olduğunu iddia eden eskicilerden toplanmaya çalışılacak… banyoya da yine eskicilerden çıkma bir taşlı avize: yine aynı hak sahibinin güzel fikri...ama, onun dışında küçük bir ıvır zıvır külliyatından parçaları anımsatan; alakasız nesneler bulmalı…bir teneke oyuncak ,defterler için bir eski bavul, belki bir ayna, belki bir duvar saatı… diğer eşyalar mutlaka ama mutlaka çok sade.
çok istediğim halde, kütüphaneyi salona sığdıramayacağım. O yüzden kütüphane odasına bir de koltuk gerekir sanırım: ama kesinlikle berger olmasın. rahat edip, ayaklarımı uzatacağım bir koltuk…
mutfakla ilgili henüz bildiğim tek şey tarihin kaydettiği en kötü mavi renkteki fayansların söküleceği…
yatak odasında, biraz kod farkı yaratılarak yükseltilmiş bir yer yatağından ideali olmaz bence: hepsi o…tabii bir de kolayca ulaşılabilecek bir okuma lambası.
belki de ev, ikinci sınıf amerikan sit-comlarına malzeme olmaya çalışır gibi; hep bir şantiye, boya badana halinde olacak: kendi kendimi inşa etmeye çabalamam hiç bitmeyeceği için...

ya da sabırlı bir ipekböceği gibi çalışacağım: sonunda, kendi kozamı tamamlayıp, içine kapanacağım…

Cumartesi, Şubat 06, 2010

mahsuniyet müzesi


kendi müzemi kursam, bir yer bulup, şehir dışında ya da kendi içimde bir yerde; hangi parçaları seçerdim acaba? sırtımdaki hançerler mesela, mutlaka olmalı: özellikle kendi sapladıklarım…
bazı albümler yerleştirmeli vitrinlere, yanlarında nerede dinleneceklerine dair uyarı yazılarıyla: “the wall” bir körfeze bakarken dinlenmeli ya da bir iskandinav kentinde; taşlı gözlüklü şişman konkenci kadınlar gibi cin portakal içerken… zeki müren’in radyo kayıtları olmalı, muhayyer kürdi rakılarla ve yağmur (gözlerimizden) yağarken dinlenilmeli.
kitaplar da olmalı elbette: “düş acıları” basılmış olursa, çok isterim müzemde olmasını: yanında yıllarca önce yazdığım köşe yazım durmalı, ece’ye ithafen: “bir ilk roman”…bir de, latife tekin “buzdan kılıçlar” içine düştüğüm notla birlikte: o kadar iyiydi ki, yazar olmak haddim mi diye düşünmüştüm. oğuzcuğum atay’ın “tutunamayanlar”ı ile borgesler ve cortazarlar da olmalı; diğer bir çok kitabın yanı sıra…
üç dev ekranda, üç film sürekli gösterilmeli: “citizen kane”, “barton fink” ve “requiem for a dream”. üçünün toplamı benim filmimin öyküsü gibi sanki…
defterlerimin bir bölümü olmalı, kanamaları hala durdurulamamış. aklım gibi yana doğru eğilmiş elyazımdan grafologlar bir mağlubiyet tarihi çıkarmaya çalışsalar da; umursamayın onları…
müzemdeki en değerli parçaysa, kaçakçılar tarafından büyük bir gizlilik içinde kaçırılmış sınırlarımdan: kalbim,artık, bir koleksiyonerin şöminesinin üstünde duruyor sanırım…

Çarşamba, Şubat 03, 2010

bi saniye izah edeyim: cinsellik *



Metres: Üvey karı…

Santimetres: Azaltarak bırakanlar için, ayrıca “cüce” değil, “küçük insan” demeniz gerekiyor.”Politically correct” hadisesi…

Milimetres: Hayal kırıklığı yaratan erkek metres..

Desimetres: Esprinin zorlanması…

Geçerli bahane: “kusura bakma bu akşam (d)işim var…”

Şişme Kadın: Büyüklere balon…

Zoofili ( International Version ) :Bedevi, magazin muhabirlerine yaptığı açıklamada kutup ayısıyla seviyeli bir arkadaşlık içinde olduğunu söyledi.

Zoofili ( Domestic Version ): Ülkemizde kırsal yörelerde “Eşogelin” olarak bilinir.

Zoofilli: Yuh artık, adı da Dumbo muydu?

Çelişki: “Biraz hamileyim bugünlerde…”

Kamasutra: Herkesi ya Nadia Comanechi ya kemiksiz zanneden zihniyet.

Porno: Hiç izlemediğim için bu konuda bir fikrim yok. Zaten televizyonda da sadece diskoviri ve entivi’yi izliyorum.interneti de araştırma amaçlı kullanıyorum vallahi…( "yersen" faktörü )

Haydar Dümen: Dümenden Kinsey…

Fantazi: Kelepçe sayısından polis sayısını çıkardığınızda bulduğunuz rakam şaşırtıcı boyutlarda olacaktır.

Orgazm: “And the Oscar goes to…”

* sadece hüzünlü cümleler kurduğumu söyleyen arkadaşlarıma...

Pazartesi, Şubat 01, 2010

kazazede


Şimdi senin sahillerine vursam, büyük ve sansasyonel bir uçak kazasından sonra... Tek kurtulan ben olsam, senin (zümrüt ormanlarla kaplı ama bir o kadar tehlikeli ) dağlarına çarpıp; küçük bir çoçuğun dağıttığı puzzle misali parçalanarak suya düşen uçaktan...

İçimdeki kalabalığın zıddı bu adayı hemen tanısam: Karikatürdekilerin aksine, palmiye olmasa bu adada da, begonviller olsa sözgelimi.Aylarca sakallarım uzasa, mesela, Robinson'u olsam ben kişisel, ıssız adanın.Ve Cuma olsa kalbim: Hizmetkarı olsa senin sıcak kalbinin.

Kurtarılmak için hiç ateş yakmazdım, bu kıtalardan ve önyargılar imparatorluğundan azade toprak parçasından...

Ben zaten yıllardır ruhumla yakıyordum ateşimi ve usul usul veriyordum kendi S.O.S işaretimi.

Sonunda, bir ada, görsün diye beni...

Salı, Ocak 26, 2010

anestezi


aslına bakılırsa, hayat bir takım oyunu değildir: ferdi yarışırsınız...
benim,bunu anlamam uzun zaman aldı: sanırım, ben zeki bir insan olduğumu düşünsem de; bende bir zeka pıhtılaşması sorunu varmış- sonuçta, çok zeki bir aptalmışım.

iki hafta sonra, -ölüm(ler)den sonra - en büyük korkumla; bu geç kalmış farkındalık sayesinde yüzleşmeye karar verdim sanırım.bir de galiba, artık nefes alamamam da etkili oldu bunda: hem sözlük anlamıyla hem de kalbimin tercümesiyle. yeniden ve sağlıklı başlamak için, ruhuma da bir operasyon yapar gibi.vücüdumdan gereksiz bir et parçasını aldıklarında, ruhumun üstündeki kirleri de kazıyacaklarmış gibi.bütün o ameliyat gereçleri, serumlar ve üzerime eğilmiş doktorların suretleri; geleceğimle beraber, tarihimi de temize çekecekmiş gibi..
.
eni konu basit bir operasyon geçireceğim aslında. burnumdaki deviasyonu alacaklar, bir de küçük dilimi biraz törpüleyecekler.dilimin uzun olduğunu bilirdim de, hadisenin küçük dilime kadar sirayet ettiğini doktorumdan öğrendim.küçük ya da büyük farketmez;dilimin cezalandırılacağı duygusunu hep yaşamışımdır zaten.

beni korkutan ameliyatın kendisi değil, anestezi ama... yıllar öncesinden kalan kötü bir hatıranın; önemsiz bir ameliyat öncesi uyutulup, bir daha uyandırılamayan bir tanıdığın hikayesinin de etkisi var bunda, biliyorum.uyandığımda bilinçaltımın taşmış, steril tutulan odaya yayılmış olabileceği olasılığının da beni ürküttüğünü biliyorum.ama beni asıl ürküten o hiçlik, o en yalnız olma hali:
minicik öleceğim o anda...
yine de, yeniden düşündüğümde; korkmama gerek yok aslında: daha önce zaten parça parça ölmedim/öldürülmedim mi?
daha önce hiç mi intihar etmediler beni?..

Salı, Ocak 19, 2010

anımsamalar: hrant için...


alman liseli yahudi

çok yahudiyim ben bu gece, üstelik alman lisesinde okuyorum ve henüz yeni terliyor bıyıklarımla beraber kalbim... çok zenciyim missouri'de ve çok türküm almanya'da. ku-klux-klan'dan kimse dayanamayıp gizlice sevmiş midir bir zenci bebeği, bir yeşil parkalı elindeki "das kapital"i saklamaya çalışırken yakalandığı polisten kaçarken, yanlışlıkla girdiği bir ülkü ocağı'nda tuvalete saklanmış mıdır sarkık bıyıklı yaşıtı tarafından? evi,tarihi ve ruhu yakılırken bir rum; istanbulun ve geçtiğimiz yüzyılın, eylülünse henüz ilk haftasının ortasında, kimlerden yardım istemiştir?

çok kürdüm ben bu gece trabzonda ve çok türküm diyarbakırda... çok liberalim kübada ve -hatırlayan olursa o kelimeyi- çok sosyalistim amerika'da. ben homoseksüelim bu gece ve zenciyim.çingeneneyim - ya da dilerseniz roman - alkoliğim ve hatta parya...
ben bu gece ermeniyim...ben bu gece "öteki" yim...

yalvarırım: "öteki"ne kulak verin...
bir geceliğine olsa da..

Pazar, Ocak 17, 2010

hap kadar öyküler: kibrit



hazinesinin en değerli parçaları; koltuklarının, televizyonunun ve içinde sadece kısas-ı enbiya ile gazetelerin verdiği ansiklopedilerin durduğu kütüphanenin üzerine örtülmüş dantelleri olan; büyükşehirde -ama arka mahallelerde - yaşayan pembe dizi meraklısı bir kadındı.hayatın nasırlaştırdığı; bir zamanlar iyi bir adam olduğunu hayal meyal anımsayan kocasına yıllar sonra sesini yükseltip, "bana hiç 'seni seviyorum' demedin..." diye çıkıştı bir gün, sanki adamın adı eduardo'ymuş gibi.sonra, sesinin desibelinin, mutlu olmasa da -hatta huzurlu olmasa da- görece sakin, akıp giden hayatına verebileceği zarardan ürkerek gözlerini yere indirdi.eğer, gözlerini yere indirmeseydi, adamın mahcubiyetle aynı şeyi yaptığını görecekti.
adam kapıdan çıkarken, portmantoya yüz lira bıraktı,genelde yaptığı gibi yirmi değil.kapıyı usulca çekip çıkarken bakışmadılar...
kadın, akşam yemeği için fasulye ıslatacaktı, mutfağa - hep gereğinden karanlık olan mutfağa- yöneldi.çayın altını yeniden ısıtmak için elini attığı kibrit kutusundaki kibritlerin çoğunun yakıldıktan sonra, yeniden kutuya konulduğunu farkederek öfkelenmeye yeltendi ama buna bile gücü olmadığını farketti.
adam o gün eve dönerken mandalina aldı; nesilleri alaturka bir kapitalizm tarafından kurutulmaya karar verilmiş çingene çiçekçilerden çiçek almayı bir an aklından geçirdi.
sonra, çiçek almadı.

Çarşamba, Ocak 13, 2010

yerin dörtyüzyetmiş metre altında



biz, sadece küçük burjuva dertleri olan; varoluşsal bıdıbıdılar yapan bir avuç kendini bilmez insandık. kalp ağrılarımız; yaratım süreçlerindeki küçük buhranlarımız; sosyal çevremizde bizi rahatsız eden hadiseler; büyük zannettiğimiz o küçük gerçekliğimiz; hepsi bir an o kadar boş ve anlamsız gözüktü ki bize: biraz da utandık sanırım dert ettiğimiz şeylere…
biz, madenden, yerin 470 metre altındaki kömür ocağından çıktıktan sonra biraz daha insan olduk…
oysa, orada bulunma nedenimiz yazacağımız bir senaryoyla ilgili bilgi toplamaktı sadece: kendimizle hesaplaşmak değil. ama, dünyanın en helal parasını kazanan o insanları, madencileri tanıdıkça; onların hikayelerini dinledikçe ve yerin yaklaşık beşyüz metre altında; baretlerimizdeki lambaların aydınlatamadığı kömür bulutlarıyla kaplanmış dar ve dik galerilerde onlarla yürüdükçe (ve bazen süründükçe ) büyük şehirde bıraktığımız dertlerimiz küçüldüler, küçüldüler, küçüldüler…
biz, madenden yüzümüz kömür tozuyla kaplanmış; gözlerimizde maden sürmesiyle çıktıktan sonra her gün çok derin bir potansiyel mezara girmenin ne olduğunu birazcık da olsa anladık.madencilerin çok “adam gibi adamlar” olduklarını öğrendik orada, bir de emeklerinin bilinen hiçbir para birimiyle ödenemeyeceğini…madencilere borçlu hissettik kendimizi..
onlara borcumuzu ancak bu senaryoyu elimizden geldiğince iyi yazarak, bu filmi elimizden geldiğince iyi çekerek ödeyebiliriz. umarım, bizi kömürle temizleyen bu insanlarla, biraz da olsa ödeşebiliriz…

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."