Pazartesi, Mart 22, 2010

anımsamalar: masal anlatıcıları


girdiğim mezarlığı kateden o uzun yolda yürürken, küçük bir tabela ilişti gözüme: "h.c. andersen". okun işaret ettiği bakımlı patikadan biraz ilerlediğimde, iddiasız ama yine de ayrıksı bir mezar taşı karşıladı beni. hemen karşısındaki banka oturdum, eski bir dostun evindeki bergere oturur gibi... gibisi fazla aslında: bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayanların hemen hepsinin eski dostuydu andersen. onun masalları, taze gri hücrelerime o kadar kuvvetli nüfuz etmiş ki; hiç aklımdan çıkmadılar. belki de, şimdinin izlerini o günlerde aramak gerekiyor: ne kurşun asker, ne de küçük kibritçi kız muratlarına eremediler. masalların mutlu sonla bitmeyebileceğini ve çok hüzünlü masallar olabileceğini andersen'den öğrendiğimi farkettim orada otururken. okumayı yeni yeni söktüğüm zamanlarda, küçük kibritçi kız için döktüğüm göz yaşlarını anımsadım. küçük kibritçi kız gibi ruhumun üşüdüğünü bir de...


sonra, eski dostumla konuşmaya başladım. ( evvel ) zaman içinde benim de bir masal anlatıcısı olduğumu; kendime cümleler ve hislerle dünyalar kurduğumu anlattım andersen'e. kendime masal anlattığımı...anlattığım masallara inandığımı...masallar yaşadığımı anlattım ve bir zamanlar aynı masallara inandığımız, aynı masalda yaşadığımız birilerinin varlığını...


iki masal anlatıcısı, karşılıklı oturup sessizce bir soruyu paylaştık: "neden masallara inanmıyor artık insanlar?". sonra, açan güneşin ışıldattığı kuzey göğünün altında kibarca ama sevgiyle vedalaştık. olması gerektiği gibi...


şimdi, birisi sorsa nasıl bir hayatım olduğunu, "masal gibi" diyeceğim...


bir andersen masalı gibi...

5 yorum:

  1. Yüreğinden öpüyorum,çok keyifliydi.

    YanıtlaSil
  2. Eski bir travmayı hatırlattın Taylan:)) Hayatımda ilk kez kendimi ''Prenses ve Bezelye tanesi'' masalını okuduğumda kazma gibi hissetmiştim.8 civarıydım, defalarca onca döşek üzerine yatıp alttaki bezelyeyi nasıl hissederim diye düşündüğümü hatırlıyorum ve sonunda prenses değil kazma olduğuma karar vermiştim.. O nedenle sevmem ben Andersen'i. Çocukların hayallerine, masal dünyasına darbe vurmayan, aksine besleyen Jules Verne'i severim

    YanıtlaSil
  3. EK: Bodrum/Türkiye'de 1978'de kuru bezelye tanesi bulamamanın hissettirdiği duygular eklenmişti travmaya. Annem beni kuru bezelye konusunda bir türlü ikna edememişti de bana yalan söylediğini sanmış, sarsılmıştım. Maalesef deney kuru fasulyeyle yapılmıştı, sayılır mı sayılmaz mı ona bile kafa yormuştum. Perişan ettiydi beni bu Andersen.. Mezarına gitsem ben senin gibi davranmazdım. :)))) Hain evlat Ökkeş olurdum..

    YanıtlaSil
  4. "neden masallara inanmıyor ki artık insanlar..." Galiba bu bir "artık" meselesi değil de "yetişkin" olunca meselesi. "Masallara inanmak" tuhaflık, çocukluk, hayalperestlik addedilirken birçok yalana inanmak, onlara boğulmak, toplumsallaşmak adı altında normalleşen ikiyüzlülük, kendini çeşitli reklam yollarıyla pazarlama ne kadar da "cool" gözüküyor.
    Ama günümüz çocukları doğduklarından beri reklamlarla o kadar iç içeler ki çabucak "yetişkin" oluveriyorlar.
    Hiç reklamı yapılan bir masal biliyor musun? Belki de bu yüzden inanmıyorlar.

    YanıtlaSil
  5. çok keyifliydi....

    YanıtlaSil

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
"verba volant, scripta manent..."